6 Kasım 2012 Salı

3. BÖLÜM: AY IŞIĞI




                Tanrım. Mehtabım. Geceyi adınlatan ve bize ışık veren, Annemiz  Yüce Luna. Bizler hayatlarımzı sana adadık.Şan için değil, şeref için değil. Sadece ışığının aydınlattığı yolu izledik. Işığına layık olmak için çabaladık. Canlar verdik, canlar aldık. Işığın üstümüzden çekildi, karanlıkta kaldık. Seni aradık, sana yalvardık. Seni ararken yitip gidenleri arkamızda bıraktık, ama hiç birini unutmadık. Hepsi sana döndüler ve her zaman onlara imrendik. Şimdi gerçeği görüyoruz. Senin  bir zamanlar hepimiz içinde taşıdığın gibi, biz de seni içimizde taşıyoruz. Bu gün burada olan herkes içinde senin bir parçanla buraya kadar gelmiş, yolumuz ne kadar karanlık da olsa içlerindeki ışığı korumuş olanlardır. Bu gece son kez at süreceğiz, şan için değil, şeref için değil. Bu gün içimizdeki ışığı serbest bırakacağız ve sana döneceğiz. Atlarımızı sürmeye başladığımız zaman karanlık yarılacak, bizi karanlığa mahkum edenler ışığının kudretiyle bu dünyadan sürülecek. Bizler artık sadece birer silüetiz, bu gece silinip gideceğiz ama senin ışığın gökyüzünde tekrar yükselecek. Bizler seçimimizi yaptık, kendimizden feragat ettik. Tıpkı bize öğrettiğin gibi kendimiz için değil herkes için savaştık. Bu gece son kez at süreceğiz ve adını göklere haykıracağız, sana doğru dörtnala koşacağız ve karanlık yarılacak, karşımızdaki sisten duvarı ışığınla yıkacağız ve bizden geriye son kalan da kılıcını karanlığın kalbine sapladığı zaman hepimiz özgür kalacağız. Bizler, bu gece son kez at süreceğiz, şan için için değil, şeref için değil, yalnızca geride kalanlar için....

          Dua edebilecekleri bir manastırları yoktu, hatta yakacak bir mumları bile. Sadece yer yer yanan toprak geceyi biraz aydınlatıyordu. Gökyüzünde bir ay yoktu. Lord Mosiah ve onun sadık yüz şovalyesi buldukları bu açıklıkta kazandıkları kısacık süreyi dua etmek için kullandılar.İnsan, elf, cüce hatta minotaurların* içinde bulunduğu koca bir ordudan geriye kalanlar işte sadece bu kadardı. Bunlar hayatta kalabilmiş olanlar değil inancını hayatta tutabilmiş olanlardı. Evet ben de onlardan biriyim, ama bana verilmiş olan görevden ötürü onlarla olan yolculuğum burada son buluyor. Artık onlarla vedalaşmalıyım. Bundan sonraki görevim -eğer başarabilirsem- geri dönüp karanlığın kalbinde ne olduğunu geride kalanlara anlatmak.
           Lordumla  ve şovalyelerle vedalaştım. Onlar yüzlerindeki kararlılık ve içlerindeki inançla atlarını  mahmuzlarken arkalarından bir süre onları izledim ve onlara özendim. Şimdi orada onlarla beraber ölmeyi burada bu karanlığın içinde olmaya yeğlerdim. Artık ayrılmalıyım. Burada yeterince vakit kaybettim. Bulduğum ilk fırsatta -eğer hayatta kalırsam- yazmaya devam edeceğim.
           
          Coren kitabı kapattı. Efsanevi Mosiah IşıkGetiren'in(Bu isim kendisine sonradan verilmişti) kendisini karanlığın en kuytu köşesine kadar takip etmiş olan silahtarı Gaff'a ait olan bu notları daha önce pek çok kez okumuştu. Yazının devamının gelmeyeceğini biliyordu. Elindeki kitap çağlar öncesinde yaşanan olaylara dair tek somut kanıt olan ve Yüksek Meclis tarafından özenle muhafaza edilen bu notlardan yola çıkarak, ortaya neler yaşanmış olabileceğiyle ilgili teoriler sunan bir büyücüye aitti. Kitabı  yatağının yanında duran komidinin üzerine bıraktı. Yarın önemli bir gündü ve dinlenmesi gerektiği halde gecenin yarısını kitapları inceleyerek geçirmişti. Neredeyse tükenmek üzere olan mumları söndürdü. Odadaki tüm ışık kaybolup oda karanlığa gömüldüğünde, pencereden içeriye  süzülen ay ışığı Coren'in içini huzurla doldurdu. Bir kaç dakika içinde derin bir uykuya dalmıştı.

          Sabah uyandığında kendini oldukça iyi hissediyordu. Yatağında doğruldu ve pencereden gökyüzüne baktı. Yağmur zamanı  değildi ama son zamanlarda doğa tanrısı Deyrin insanlara sürpriz yapmaktan hoşlanıyordu. Bu gün bir sürpriz olmaması güzeldi. Hava açık ve güneşliydi. Yatağından çıkıp odasındaki banyoya girdi. Duş bölümüne gidip üzerindeki elbiseleri çıkarttı. Duvara monte edilmiş olan çeşmeyi çevirdiğinde başından aşağıya dökülmeye başlayan suyla rahatladı. Su, güneşin etkisiyle hafif ılımış olsa da onu kendine getirmeye yetecek kadar soğuktu. Birkaç dakika suyun altında bekledikten sonra çeşmeyi kapattı ve suyun akışı kesildi." Ah, bunu gerçekten özleyeceğim." diye geçirdi içinden. Duştan çıktıktan sonra giyinmeye başladı. Elbiselerini giydikten sonra sıra zırhına gelmişti. Zırhını tamamen giymesi biraz vaktini aldı. Zırhı oldukça görkemliydi. Eldivenleri bile demirden yapılmış olan bu zırhın eklem yerlerini korumak için özel yapım deriler kullanılmıştı. Elbette zırh kendisine ait değildi. Onun ve kardeşlerinin kullandığı her şey gibi bu da Mabet'e aitti. Coren sadece onu üstünde taşımaya layık görülmüştü. Zırhını giydikten sonra sıra pelerine geldi. Gök mavisi rengindeki pelerini şovalye olduğu zaman ona isimsiz bir tebrik mesajıyla birlikte hediye edilmişti. Pelerin kullanmaya alışık olduğu için onu kolayca sırtına alıp göğüs zırhının önünde bağladı.  Mabet'e teslim etmek üzere tam yatağının karşısında duran aynalı komidinin üzerindeki kılıcı aldı, ama kemerine bağlamadı. Kılıç ona babasından kalmıştı ve ondan ayrılacağı için üzülse de bu bir gereklilikti. Komidinin önünde dururken bir an için aynadaki yansımasına baktı. Siyah saçları kısa kesilmiş ve yüzü traşlıydı. Yüzünün tüm hatları birbiriyle orantılı ve düzgün şekillenmiş, amber rengindeki gözleri biraz çekik ama yüzünün geri kalanıyla uyumluydu. Aynanın karşısında zırhını incelediğinde tam göğüs kısmına işlenmiş hilali ve hilalin içinde atıyla şahlanmış olan şovalye figürünün zırhı üzerine giydiğinde çok daha güzel göründüğüne karar verdi. Boyu 185 cm civarında olan Coren doksan kilonun biraz üstündeydi ve bu zırh onu olduğundan daha iri gösteriyordu. Zırh ağırdı ama o asıl ağırlığın zırhı taşıma sorumluluğu olduğunu biliyordu. "Eğer taşıyamayacak olsan seçilmezdin." demişlerdi ona. "Zaten bu zamana kadar üstünde olmasa da içinde bu zırhı taşıyordun, bizi biz yapanın sadece içimizdekiler olduğunu unutma! Bu sadece metal, içindeki inancı kaybedersen sen de sadece et ve kemik olursun!" bu sözler zırhı ona teslim eden Büyük Usta Ulfric' e aitti. Büyük Usta' yı düşündüğünde artık odasından çıkma zamanının geldiğini farketti. Zırhının son parçası olan ve ön tarafında açılıp kapanabilen bir siperliği, üstünde ise yarım santimlik bir demirin üzerine oturtulmuş bir hilalin olduğu miğferini kolunun altına alıp odasından çıktı.

          Koridor genişti. Parlak duvarlar yer yer tabandan tavana kadar gelen büyük goblenlerle kaplanmıştı. Her bir goblen geçmişte yaşanmış bir anı simgeliyordu. Coren uzun koridorda ilerledi ve ana koridordan ayrılan daha küçük ve sade bir koridora açılan bir kapıdan girdi. Biraz ilerisindeki kapıyı çaldı ve içeriden gelen onayın ardından kapıyı açtı. Üzerinde koyu kahverengi cübbesi  ve kel kafasıyla Rahip Roni, üzeri rulo yapılmış kağıtlar, kalem, mürekkep ve çeşitli mühürlerle dolu olan dağınık bir masanın arkasında oturmuş kendisine bakıyordu. Karga gibi öne doğru eğimli ince, uzun bir burnu vardı ve bu yüzden pek çok takma adı olan bir adamdı. Kafası ve yüzü sürekli traşlı olan bu adam kendisiyle barışık bir adamdı ve ne zaman birileri onun için daha yaratıcı bir isim bulsa, kendisi de tıpkı diğerleri gibi bunu komik bulurdu. Coren  içeriye girdiğinde odanın geri kalanının da tıpkı masanın üzerindeki gibi rulo kağıtlarla doldurulmuş raflarla çevrili olduğunu gördü. Masanın önüne gidip durduğunda rahip gülümseyerek onu süzüyordu." Hoş geldin evlat, tahminimce elindeki kılıcı envantere kayıt ettireceksin." dedi başıyla Coren'in elinde tuttuğu kılıcı işaret ederek. Coren "Evet rahip, kılıcı teslim edip salondaki yerimi almaya gideceğim. Eğer ayrılmadan önce fırsatım olursa size tekrar uğramaya çalışacağım." dedi ve kılıcı masanın üzerinde hiç bir şeye zarar vermeden koyabileceği bir yer aradı. Rahip "Bana ver evlat." diyerek elini uzattı ve kılıcı Coren'den aldı. "Bunun için zahmete girme, birazdan yola çıkacağım, halletmem gerek işlerim var. Seninle daha sonra görüşürüz. Şimdi gidebilirsin, geri kalanını ben hallederim." Coren başıyla onayladı ve arkasını dönüp odadan çıktı. Tekrar büyük koridora yöneldi. Sıra sıra dizilmiş kapı ve yol ayrımlarından hiç birine sapmadan koridor boyunca ilerledi. Sonun da karşısında tavana kadar yükselen büyük bir kapı bulduğunda varmak istediği yere varmıştı. Kapı açıktı ve girişinde beyaz-altın renklerde zırhlara bürünmüş ellerinde iki buçuk metrelik mızraklar taşıyan iki muhafız vardı. Muhafızlar onu görünce başlarıyla selam verdikten sonra kimin daha iyi heykel taklidi yapabileceği konusundaki yarışlarına geri döndüler. Coren bu sembolik muhafızları asla anlamamıştı. Burası Mabet'in kalbiydi buraya gelen herkes zaten uyması gereken kuralları bilirdi. Ama bu nereden geldiği belli olmayan bir gelenekti ve hep böyle olmuştu. Coren selama başıyla karşılık verip içeri girdi.

          Burası devasa bir salon, aynı zamanda da bir anıt mezardı. Coren'in önünde elli metreden daha uzun, tamamı parlak beyaz mermerle kaplanmış bir koridor vardı. Koridorun her iki tarafında da yol boyunca karşılıklı dizilmiş toplamda yüz lahit vardı. Lahitlerin önlerine ise sağ elleri ucunu yere dayadıkları kılıçların kabzalarını tutan, sol ellerini ise göğüslerine bastırmış yere bakar şekilde sol dizlerinin üzerine çömelmiş sovalye heykelleri yerleştirilmişti. Coren koridorda ilerlemeye devam ederken içinin ürperdiğini hissetti. Lahitlerin boş olduğunu biliyordu ama yine de burası kutsal bir mekandı ve salondaki duygunun yoğunluğu insanın içine işliyordu.  Heykelleri geçip büyük bir açıklığa ulaştı. Burası daire şeklinde düzenlenmiş geniş bir alandı ve dairenin de her iki tarafına yan yana dizilmiş, birbirinin simetriği olan, toplamda yüz mermer  kürsü yerleştirilmişti. Coren'in tam karşısında ise altında yine mermerden yapılmış tek bir kürsü duran devasa bir heykel vardı. Şahlanmış bir atın üstünde kılıcını gökyüzüne doğrultmuş olan şovalye heykeli, sanki her an canlanıp atını Coren'in üstüne sürecekmiş gibi bir izlenim veriyordu. Coren neredeyse Mosiah IşıkGetiren'i tasvir eden bu heykelin gerçekten onun ruhunu içinde taşıdığını düşünecekti. Hayran olmuş bir şekilde başını yukarı kaldırarak heykelin elindeki kılıcı takip ettiğinde, tamamen siyaha boyanmış ve insana zifiri karanlıkta kalmış hissi veren tavanın ortasına, yuvarlak açıklığın üç tarafından yükselen kemerlerle bağlanmış ve büyülü bir ışıkla parlayan dolunayı gördü. Bu büyük salonda hiç pencere yoktu ve burayı aydınlatan ateşin ışığı da değildi. Coren büyülenmiş bir şekilde salonun geri kalanını incelerken arkasından gelen seslerden zamanın geldiğini anladı.

           Büyük Usta Ulfric sağ ve sol yanında iki Yüksek Rahiple birlikte salondan içeri girdi. Arkasından gelen yüz kadar şovalye üstlerinde Coren'in zırhının eşi olan zırhlarla onları takip ediyordu. Büyük Usta ve Yüksek Rahipler Coren'i geçip heykelin altındaki kürsüye ilerledi ve şovalyeler de çemberin etrafındaki yerlerini almaya başladılar. Büyük Usta heykelin  ayak ucuna yerleştirilmiş tek kürsüde yerini aldığında yanındaki Yüksek Rahipler de sağ ve sol yanında durdular. Bütün formalitelere rağmen Coren törenin düşündüğü kadar resmi olmadığını farketti. Şu anda iki Yüksek Rahip hariç kardeşlerinin arasındaydı ve onların arasında rütbe farkı yoktu. Hepsi birbirine eşit ve sevgi besleyen kardeşlerdi. Başı öne eğilmiş şekilde çemberin tam ortasında yerini almış olan Coren istemsizce gülümsedi. Başını kaldırıp baktığında Büyük Usta'nın da ona bakarak gülümsemekte olduğunu gördü. Büyük Usta konuşmaya başladığında salondaki bütün kıpırtılar durmuş, tüm sesler kesilmişti."Kardeşlerim, bu gün beş yıldır gönüllü olarak üstlendiğim görevdeki son gün ve son görev olarak aramıza yeni katılan kardeşimizi onurlandırmak ve aranızdan bir gönüllünün yerimi alması için hepinizi burada topladım. Adet olduğu üzere kılıcımı yerime gelene teslim edip sürgüne gideceğim ve ölüm beni alana kadar geri dönmeyeceğim." Büyük Usta formalitelerden sıkıldığını belli ederek elini salladı. "Lord Aron benden sonraki en yaşlı kardeşim olarak bu görevi üstlenmeye gönlünüz var mı?" Aslında Büyük Usta' nın kimin gönüllü olduğunu sorması ve orada bulunan şovalyelerin hepsinin gönüllü olmasının ardından adet olarak en yaşlının görevi devralması gerekirdi ama Büyük Usta Ulfric bu formaliteyi es geçmişti. Yanında duran Yüksek Rahipler durumdan rahatsızsa da artık Ulfric'in samimi ve rahat tavırlarına alışmışlardı. Hem burası her ne kadar tanrılarına ait bir tapınak olsa da aynı zamanda seçilmişlerin evi ve en kutsal mekanlarıydı. Kardeşler kendi evlerinde araya girilmesinden hoşlanmazlardı.
Beklendiği gibi "Gönüllüyüm Büyük Usta." diye geldi cevap. Lord Aron Her zaman kurallara sıkı sıkıya bağlı çevresine karşı daha ölçülü ve daha sert bir yapıya sahipti. 48 yaşında olan Ulfric'den sadece iki yaş küçüktü ve ikisi beraber pek çok dövüşe katılmışlardı. Büyük Usta Ulfric'in içi rahattı. Bundan sonraki beş yıl boyunca Lord Aron Mabet'den ayrılmayacak ve zamanı dolduğunda o da kendisi gibi kılıcını aralarına yeni katılan kardeşine teslim edip sürgüne gidecekti. Bu Büyük Ustalar'ın ödemesi gereken bir bedeldi ama onlar bunu bir bedel olarak değil, büyük bir onur olarak görürlerdi." Pekala, Coren Dun-Cassius gel ve hakkın olanı al." dedi ve kılıcını belinden çıkarıp avuçlarının üzerinde ileriye uzattı. Coren Büyük Ustaya doğru ilerlerken " Gerçekten formaliteleri hiç umursamıyor." diye geçirdi içinden. Büyük Usta saatler sürmesi gereken töreni sanki bir an önce bitirmeye çalışıyormuş gibi görünüyordu.  Coren bir an sonra bu düşünceyi aklından uzaklaştırdı ve bir şey olmamış gibi yürümeye devam etti. Kılıcı almadan önce, "Ustam ve kardeşim, kılıcınızı almak içimi neşe ve huzurla doldurduğu kadar bana acı ve hüzün veriyor. Gittiğiniz yol ne kadar uzak olursa olsun umutlarım ve dualarım sizinle olacak." dedi ve elini uzatıp kılıcı Büyük Usta'nın elinden aldı. Kılıcın neredeyse ağırlığı yoktu ve Coren onu eline alır almaz sanki kılıcın kendisi için dövülmüş olduğunu düşündü. Kılıcın kabzasından yayılan enerji içini huzurla dolduruyor ve kanını kaynatıyordu.Neredeyse bir buçuk metre uzunluğunda olan bu kılıç sanki kınından ilk defa çıkmış gibi temiz ve parlaktı. Kabzasından sivri ucuna kadar çeşitli rünler ve desenler işlenmişti.  Kabzanın altına da kardeşlerin sembolü olan bir hilal oturtulmuştu. Coren kendisiyle gerçekten gurur duyuyordu. İlk defa Büyük Ustayla karşılaştığı günü hatırladı. O zamanlar bir çocuktu. Babasını kaybetmiş yaralı ve yalnız başınaydı. Büyük Usta onu iyileştirmiş ve kimsesi olmadığını anladığında onu küçük bir manastıra bırakmıştı. Coren daha sonra Büyük Usta'dan aldığı bir mektubun  üstüne Mabet' e gelmiş, burada aldığı eğitimlerden sonra yolunun rahiplik olmadığı anlaşılmış ve Mabet'in şovalyelerinden biri  olmuştu. Bir önceki ay ise Büyük Usta onu çağırmış ve sürgüne gitmeden önce kılıcı vereceği kişinin kendisi olduğunu söylemişti. Coren'in düşünceleri Lord Ulfric'in sesiyle bölündü " Evlat, kılıç artık senin onu istediğin zaman inceleyebilirsin." Bunun üzerine salonda ufak gülüşmeler duyuldu ve  Büyük Usta Aron eski dostu Lord Ulfric'i uğurlamak ve dua ederek töreni kapatmak için çemberin merkezine yürüyüp ellerini havaya kaldırdı. Üstlerinde asılı duran dolunay şimdi daha parlak bir hal alarak çocuklarını izlemekte olan Luna'nın gözlerinin onların üzerinde ve hoşnut olduğunu ifade ediyordu. Büyük Usta Aron duasına başlamıştı ve onun sesi yükselmeye devam ettikçe ayın parlaklığı da giderek artıyordu. Yüksek Rahipler diz çöküp ellerini havaya kaldırırken, kardeşler kılıçlarını çekmiş, kürsülerin önünde sağ elleri ucunu yere dayadıkları kılıçların kabzalarını tutan, sol elleri ise sol dizlerinin üzerinde yere bakar şekilde bir dizlerinin üzerine çömelmiş, duaya eşlik ediyorlardı. Üstlerindeki Ay'ın ışığı gitgide artarken salon tamamen beyazlara bürünmüştü ve tanrıları, çocuklarının bu coşkusuna ortak olurken salon bir anda karanlığa gömüldü.                                                                                 

          Kardeşlerinden kilometrelerce uzakta Lord Brom elleri ve ağzı siyah, sise benzeyen büyülü bir bağ ile bağlanmış önündeki manzarayı inceliyordu. Tamamen siyah cübbelere bürünmüş olan büyücü eski bir sunağın önünde biraz önce  Lord Brom'un gözleri önünde boğazını kestiği kızın kanıyla ne olduğunu bilmek istemeyeceği başka şeyleri karıştırarak bir büyü hazırlıyordu. Sunağın arkasında on metre çapında bir geçit vardı ve büyücünün amacının bu geçiti açmak olduğunu biliyordu. Neredeyse üç yıldır tüm duvarları Lord Brom'a yabancı gelen rünler ve büyülerle kaplı bu eski kalenin mahzeninde bu büyücünün tutsağıydı. Büyücü onun iyi niyetini  kullanarak ona bir tuzak kurmuş ve onu esir etmişti. Pek çok işkenceye katlanmış, dayanılmaz acılara maruz kalmıştı ama canını en çok  yakan bedensel değil ruhsal işkencelerdi. Önündeki adam işini bitirdiğinde kendisine dönüp konuştu." Senden kişisel olarak nefret etmediğimi biliyorsun değil mi? Bu sadece bir inanç meselesi. Sen onurlu bir adamsın, neredeyse seni öldürmek zorunda olduğuma üzüleceğim." bir süre durup düşündükten sonra yüzünde alaycı bir gülümsemeyle devam etti "Evet fazla abarttım. Yine de sana karşı kin beslemediğim doğru. Bu, avcının geyiğe kin beslemesine benzerdi değil mi? Hayır benim sadece sana ihtiyacım var o kadar. Aramızdaki ilişki asla daha fazlası olmadı.Ne? Konuşmak mı istiyorsun? Pekala benim için sakıncası yok, hatta belki dua etmene bile izin veririm." alaycı bir şekilde gülerken elini ufak bir hareketiyle Lord Brom'un dudaklarında fokurdayan siyah duman kayboldu." İnançtan bahsetmeye nasıl cürret edesin, hain!" diye haykırdı Lord Brom."İşte şimdi kalbimi kırdın." dedi büyücü ve devam etti " Sen tapındığın zaman inanç ama ben tapındığım zaman hain mi oluyorum? Tanrının benimkinden üstün olduğunu mu sanıyorsun. Senin tanrın korkak. Şu haline bir bak, göklerde parlayan o büyük Ay şimdi nerede? Seni yüz üstü bıraktı çünkü benim tanrımla yüzleşecek gücü yok. O kadar korkak ki kendi seçilmişlerine bile güç vermekten korkuyor. Bu kadar zamandır her gece tanrına yalvardın ve aldığın tek cevap sadece sessizlik. Benim tanrımın bana verdiği güç eşsiz çünkü o korkak değil. Benim ta..." Bu sefer Lord Brom gülmeye başladı ve büyücü onun bu neşesi karşısında şaşırarak sözünü yarım bıraktı. "Senin tapındığın şey bir tanrı bile değil, aciz ve düşmanlarıyla yüzleşmekten korktuğu için kendi işini kuklalarına yaptıran kan emici bir iblis. Bu dünyadan kovuldu ve bir daha geri gelemeyecek. Kardeşlerim er geç buradaki deliliğin farkına varacak ve o gün atlarını buraya sürecekler. Sen de seni kendi tanrından kurtarması için benim tanrıma yalvaracaksın."  Büyücü bu sözler karşısında öfkelenmişti. "Tanrının gücü buraya girip seni kurtarmaya dahi yetmezken kurduğun bu cümleler gerçekten komik. Kardeşlerin şu anda aralarına yeni katılan bir aptal için tören yapıp ilahiler söylemekle meşguller ve tanrın da onlara alkış tutup titrek ışığıyla salonlarını aydınlatıyor. Hepsi seni çoktan unuttular. Seninle daha uzun konuşmak isterdim ama artık enerjimi önümdeki büyüye vermeliyim." büyücü eliyle yaptığı bir hareketin ardından eski Büyük Usta Lord Brom'u tekrar sessizliğe mahkum etti. Sunağın önüne geçip hazırladığı karışımı içtikten sonra ağzından Lord Brom'u dehşete sokan sözler dökülmeye başladı. Zaten karanlık olan mahzen iyice karanlıklaştı ve ayaklarının altındaki taşlar sarsılmaya başladığında sunağın arkasındaki geçidin ortasında yavaş yavaş siyah bir nokta belirdi. Sarsıntılar gitgide artarken siyah nokta da her saniye daha da büyüyordu. Lord Brom ne kadar anlamsız olduğunu bilse de tanrısına yalvarmaktan vazgeçmemişti. Elbette kendi canı için yalvarmıyordu. Kardeşlerinin burada ne olduğunu bilmeleri gerekiyordu ve Lord Brom bu konuda başarısız olmuştu. Büyücü kalenin duvarlarına işlenen rünlerle onun tanrısıyla olan iletişimini kesmiş ve onu tanrısının gözlerinden gizlemişti. Yer sarsılmaya devam ederken büyücünün sesi artık haykırıyormuş ve sözcükler ağzından zorla alınıyormuş gibi çıkıyordu. Geçidin tamamen açılmasına çok az bir zaman kalmıştı. Lord Brom çaresizce gözlerini tavana dikti ve içinden tanrısına haykırmaya devam etti. Büyücü aniden büyüsünü bitirdi ve geçit artık tamamen açıktı. Büyücü yorgun görünüyordu, enerjisinin çoğunu yaptığı büyüye harcamıştı yine de kibirinden hiçbir şey kaybetmemiş bir şekilde  Lord Brom'a baktı ve konuştu "Efendimin ilk hizmetkarı geldiğinde karnı aç olacak Büyük Usta ve sen onun için iyi bir hediyesin." elinin bir hareketiyle Lord Brom'u tüm bağlarından serbest bıraktı. Eski Büyük Usta serbest kaldığını anladığı anda tam da büyücünün istediği gibi onun üstüne atıldı ve büyücünün ellerinden çıkan bir enerji topu Lord Brom'un göğsünde patlayarak mahzenin bir kez daha sarsılmasına sebep oldu. Lord Brom mahzenin diğer ucuna fırladı ve sert bir şekilde duvara çarparak yere yığıldı.  "Seni şimdi öldürmek zorunda bırakma beni." diye geldi büyücünün sesi. Eski Büyük Usta kemikleri kırık bir halde yerde uzanıyordu. Geçide doğru baktığında siyah bir sisin içeri doğru süzülmekte olduğunu gördü. Ciğerine batan kırık kaburgaları onu yavaş yavaş kendi kanında boğarken elini göğsüne koymayı başardı ve bir anda elinin üstünde parlamakta olan ışığı farketti. Kafasını yukarı kaldırıp baktığında tavanı tutan kirişlerden birinin arasından süzülen ışığı gördü. Kirişler sarsıntıda zarar görmüş ve büyücünün yaptığı büyünün de baskısıyla çökmeye başlamıştı. Mahzenin duvarlarında açılan bu boşluk duvarlara çizilmiş olan rünlerin ve koruyucu büyülerin de bütünlüğünü bozmuş, Lord Brom'a beklediği fırsatı vermişti. Eski Büyük Usta Kafasını büyücüye çevirdiğinde bir an için göz göze geldiler. Büyücü ortada ters giden bir şeylerin olduğunu anladığında artık çok geçti. Eski Büyük Usta gözlerini kapattı ve tanrısına seslendi        " Tanrım, Mehtabım..."  
Luna' ın öfkesi odanın içinde cehennem gibi patladı. Yıllardır çocuğunu arayan Anne O'nu yıllardır alıkoyan ve eziyet eden kötülüğün üstüne o kadar şiddetli saldırmıştı ki zaten zarar görmüş olan bu eski kale saniyeler içinde yerle bir oldu. Lord Brom'un son gördüğü büyücünün bir büyü yapmaya çalıştığı, arkasındaki geçidin ve geçitten geçmeye çalışanın ise ışığın içinde alev aldığıydı. Büyücünün kurtulup kurtulmadığını bilmiyordu. O artık ışığa karışmıştı ve Annesi onu almaya geldiğinde tüm kardeşlerinin içlerindeki inancı koruyabilmeleri için son kez dua etti.
*Minotaur: Yarı insan yarı öküz görünümünde, 60 cm ye kadar boynuzları olan savaşçı bir ırk.