12 Aralık 2012 Çarşamba

4. BÖLÜM: GEÇ GELEN MEKTUP

          Karşılarında bir anda yoktan var olan ve üzerinden dumanlar tüten bir büyücü gören iki asker korku ve şaşkınlıkla kılıçlarına davrandılar. Büyücü onlara doğru yürümeye başladığında ikisi de geleni tanımıştı ama bu içlerini rahatlatmaktan çok, daha da ürpermelerine sebep oldu. Büyücü onları umursamadan, hızla yanlarından geçip gittiğinde, ikisi de rahat bir nefes aldı.

          Azazel, lordunun şatosuna vardığında hala maruz kaldığı acıyla boğuşuyordu. Yine kibirine yenik düşmüş ve başarısızlığa uğramıştı. En azından çabuk davranmış ve kaçmayı başarmıştı. Eğer biraz daha geç kalsa şu an tamamen küle dönüşmüş olacağını biliyordu. "Hala hayattayım. Önemli olan da bu." diye geçirdi içinden. Kimseyi umursamadan, vücudundaki acıları görmezden gelerek direk zindanlara yöneldi ve zindan girişine vardığında "Şimdilik hayattayım." diye kendisini düzeltti. Azazel çok iyi biliyordu ki lordu başarısızlıklardan hoşlanmazdı.

          Karanlık zindanlara girdiğinde içeride üç  kişi vardı. Dizleri üzerine çökmüş bir adamın başında dikilen diğer ikisi başlarını çevirip ona baktılar. Dizleri üzerindeki adam olduğu yerde yere bakmaya devam ediyordu. "Gel Azazel biz de seni bekliyorduk. Buradaki dostumuz ilgini çekebilecek bazı şeylerden bahsediyor." Lordunun sesini duyan Azazel bir an için ürperdi ama bunu belli etmeden onlara doğru yürümeye başladı. Vücudu hala acı içinde kıvranıyor olsa da, yaşadığı başarısızlığın üzerine bir de kendini zayıf göstermesi, onun sonunu getirebilirdi. Acıyı zihninden uzaklaştırdı ve lordunun önüne geldiğinde eğilerek selam verdi. "Lordum, benim de size söylemem gerekenler var." Lordu oldukça sakin görünüyordu. Şu an için ilgisinin başka bir yerde olduğu belliydi ve Azazel bundan oldukça memnundu. " Eğer bana yıllardır senin için hazırladığım ve sadece ilgi çekmemek için bu günü beklediğim çağırma ayinini nasıl eline yüzüne bulaştırdığını anlatacaksan kendini boş yere yorma. Üstelik beceriksizliğin ilginin üstümüze çekilmesine sebep oldu. Bu zamana kadar koruduğumuz gizliliğimizi açığa çıkardın. Artık daha cesur adımlar atmamız gerekecek." Azazel içinin titrediğini hissetti. Lordu olup biteni zaten biliyordu ve bu büyücünün beklemediği bir durumdu. " Lordum, ben..." Lordu elini havaya kaldırarak ona susmasını işaret etti. " Artık sana başka bir yerde ihtiyacım var. Bu adam bana bir süredir aradığım bir şeyi bulmuş olabileceğimizi söylüyor." Azazel, yerdeki adamı işaret ederek konuşmasına devam eden lordunun sesinde bir heyecan tınısı farketti. " Onu sorgula. Bu konuyu araştırmak artık senin yükümlülüğün. Eğer söyledikleri doğruysa Cassius görevi senden devralacak." Cassius'un adı geçtiğinde Azazel, lordunun hemen yanında duran, tamamen siyah zırhlar içindeki adama baktı. Cassius da ona bakıyordu. Adamın miğferi başında olmasına rağmen Azazel onun kendisine sırıtmakta olduğunu biliyordu. Cassius, lordunun en güvendiği adamıydı ve şu an Azazel'in başarısızlığıyla eğleniyordu. " Siz nasıl isterseniz lordum." dedi tekrar eğilerek. Lordu, Azazel'in girdiği kapıya doğru yöneldi ve Cassius da onu takip etti. Tam kapıdan çıkacaklarken arkasını döndü " Son bir şey. Bu başarısızlığın yüzünden bir gün seni öldüreceğim Azazel Hayatİçen. Bunun ne zaman olacağına sen karar vereceksin." Başka bir şey söylemeden kapıdan çıkıp gitti. Cassius' un gözleri birkaç saniye daha büyücüye takılı kaldıktan sonra o da lordunu takip etti. Azazel, derin bir nefes aldıktan sonra dikkatini sessiz bir şekilde sorgulanmayı bekleyen adama verdi. "Bakalım bunun altından ne çıkacak." diye söylendi ve daha hiçbir soru sormadan, eliyle yaptığı bir hareket bütün zindanın acı çığlıklarla dolmasına sebep oldu. Azazel öfkeliydi ve öfkesini bu adamdan çıkaracaktı.

          Güneş kendini yeni göstermeye başlamıştı. Gecenin serinliği yerini hafifçe esen ılık bir rüzgara bırakırken Coren, Cesaret' in üstünde düşüncelere dalmış bir şekilde ilerliyordu. Cesaret onun bineği ve dostuydu. Bu isimi Coren seçmişti. Bazı kardeşleri, atına verdiği isim konusunda ciddi felsefi tartışmalara girmiş olsa da  Coren bu ismi sevmişti. Ona ilk seslendiğinde aldığı tepkiden Cesaret'in de bundan hoşlandığı belliydi. Bir savaşçının sahip olabileceği en güzel at olan Cesaret, parlak siyah tüyleri, iriliği ve zekasıyla herkesi kendisine hayran bırakıyordu. Sadece çağrı üzerine sahip olunabilecek ve sadece sahibine itaat eden bir attı. Cesaret'in de tıpkı Coren'in olduğu gibi kardeşleri vardı ve onlar da sadece Coren'in kardeşlerine itaat ederlerdi. Bu binekler Mosiah IşıkGetiren karanlığın kalbine saldırıp tanrıları özgür bıraktıktan sonra, doğa tanrısı Deyrin tarafından onun ve şovalyelerinin  anısına kardeşlere hediye olarak bahşedilmişti. Mabet'in kutsal şovalyeleri, binekleri olmadan yaşayabilecek olsa da, bu soylu bineklerin ömrü sahiplerinin ömrüyle sınırlıydı. Yinede kardeşler bineklerini en yakın dostları olarak gördükleri için onları kaybetmek her zaman acı verir ve kalan ömürleri boyunca onlara sürekli bir boşluk hissi yaşatırdı.

          Kaderleri birbirine bağlanmış olan bu iki dost ormanın içinden geçen eski bir yolda ilerliyorlardı. Coren elinden geldiğince köy ve kasabalardan uzak durmaya çalışarak yol alıyordu. Özellikle büyük şehirlere uzak olan bu bölgede, insanlar Kardeşler'e aşırı bir ilgi gösterirlerdi. Coren yolunun üstündeki tüm kasabalara uğrarsa yolculuğunun iki kat zaman alacağını bildiği için eski yollardan gitmeyi tercih etmişti. Bunun dezavantajı ise haydutlardı ama onların da Coren'e saldırması pek olası değildi. Neredeyse bir haftadır yollardaydı ve zamanının çoğunu kabul töreninde olanları anlamaya çalışarak geçirmişti. Mabet'in kalbinde yapılan tören esnasında tanrılarını simgeleyen ve salonu aydınlatan Ay bir andan parlaklığını kaybetmiş ve salon karanlığa gömülmüştü. Bu daha önce hiç olmamıştı. Coren, bu yüzden bazı anlarda kendisinden şüphe etmişti. Büyük Usta Aron da dahil, tüm kardeşleri, bu olayın kendisiyle alakası olmadığı konusunda onu rahatlatmışlardı. "Bu rahipleri ilgilendiren bir olay. Biz O'nun seçilmişleri olsak da Tanrımız bizimle konuşmaz. Bu çok nadir olmuş bir olaydır. Yüksek rahipler, zamanı geldiğinde bize gerekenleri söyleyecekler. Şüpheye düşmemelisin kardeşim." Coren, Mabetten ayrılırken onu uğurlayan Büyük Usta' nın sözleriydi bunlar.

          "Varmak üzereyiz."  Coren'in düşünceleri Cesaret'in gönderdiği bu mesajla bölündü. Düşüncelerinden sıyrılıp etrafa bir göz attı. Her iki tarafı sık ağaçlar ve çalılarla dolu olan bu eski yol, biraz ilerde sağ doğru kıvrılıyordu. Coren, ötüşen kuşların ve etrafta uçuşmakta olan çeşit çeşit böceğin vızıltısının arasında, oduna çarpan baltanın sesini duymaya başladı. Orman her ne kadar her yerde aynı görünse de Coren, burada içini neşe ve hüzün karışımı bir duyguyla dolduran, tanıdık bir manzara gördü."Vardık bile dostum."
       
          Dönemeci geçtiklerinde köy artık açık bir şekilde görülebiliyordu. Coren ayrıldığından beri pek değişiklik olmadığı belliydi. Bazı binalar yenilenmiş, eskiden boş olan birkaç yere yeni evler yapılmıştı. Eskisinden farklı olarak köyde artık bir değirmen vardı. Evlerin arkasındaki açık alanda buğday yetiştiği belliydi. Kuzeydeki şehirlerin savaş yaralarını giderek sarması, burayı da yavaş yavaş geliştirecek gibi görünüyordu. Köy, kuzey ve güneyi birleştiren dağ geçitlerine giden yola yakın bir yerdeydi ve bazı büyük ticaret yolları da bu geçitlerde birleşiyordu. Coren, buranın birkaç yıl içinde bir kasaba olacağına emindi. Köye yaklaştıkça burnuna pişen ekmeklerin kokusu gelmeye başladı. Bazı evlerin bacalarından tüten duman ve bahçelerinden gelen sesler köye canlılık veriyordu. Artık köyün sınırlarından girmişti ve gözü köyün uzak bir köşesinde kalmış, terk edilmiş gibi duran, yıpranmış bir eve takıldı. İçindeki özlem duygusu bir anda yükselirken çocukluğunu hatırladı. Coren burnuna gelen ekmek kokuları yoğunlaşırken karnının ne kadar aç olduğunu farketti. Yarım gündür hiçbir şey yememişti. Diğer işlerini erteleyerek gözlerini tanıdık bir mekana doğru çevirdi. Cesaret sahibinin aklındakini sezdi ve onun yönlendirmesine gerek kalmadan kapısının üstünde üzerinde Uyuyan Köpek yazan  eski bir tabelanın bulunduğu binanın önüne gelip durdu. Coren tanıdık yüzler göreceği için mutluydu. Cesaretin üzerinden atlayıp, dostunu kendisiyle ilgilenmesi için özgür bırakarak hanın kapısından içeri girdi.

          Coren hana girdiğinde içerisi boş ve sessizdi. Bir an için hanın hala açılmamış olduğunu düşünse de bunun mümkün olmadığını biliyordu. Etrafa biraz daha bakındığında masaların tozlu ve sandalyelerin dağınık olduğunu farketti. Han kapalıydı ama bunun sadece bu güne özel olmadığı açıkça ortadaydı. Barın önüne doğru ilerlemeye başladığı sırada mutfaktan gelen bir ses duydu. Barın arkasından mutfağa açılan kapıya doğru ilerlerken seslendi " Kimse varmı?" Coren, barın önüne vardığı sırada mutfak kapısından bir adam çıktı. Daha ağzını açamadan adam " Han kapalı, kendine başka bir yer bul." diyerek pek de hoş olmayan bakışlarla gözlerini Coren' e dikti. Adamın buralı olmadığı belliydi ve Coren ilk anda adamın bir çapulcu olduğunu düşündü. Giysileri ve saçları pis ve bakımsızdı. Gözlerindeki kızarıklıklardan bir süredir uyumadığı belliydi. Coren, ellerini göğsüne götürüp, yolculuk esnasında fazla dikkat çekmemek için değiştirdiği, kendi mavi pelerininin yerinde duran,  koyu kahverengi pelerini tutan kopçayı açarak, pelerini sol omuzunun üzerine aldı. Böylece, zırhı ve kemerinin sağ tarafında asılı duran miğferi açığa çıkmıştı. Coren bunu gösteriş amaçlı değil, sadece kötü bir amaç taşımadığını belli etmek için yapmıştı. Adam, bunun üzerine Coren'i belli belirsiz bir süzdü ve verdiği tek tepki gözlerini hafifçe kısması oldu. Coren, bu bakıştan adamın Mabet' in şovalyelerinden pek hoşlanmadığını anladı. Coren de bu adamdan hoşlanmamıştı. "Belki de han el değiştirmiştir."  diye düşündü. " Buraya eskiden beri tanıdığım Rodrick' i görmeye geldim. Bana onu nerede bulabileceğimi söyler misin? Burası Eskiden Ona aitti. Hala buralarda olabileceğini düşünüyorum." Karşısındaki adam bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu "Rodrick öldü. Burası artık kızı Mira' ya ait. Sen Mabet' den geliyorsun. Yardımcı olabilirsin, beni takip et." Coren, Rodrick 'in öldüğünü öğrenmenin verdiği şaşkınlığı üzerinden atamadan, adam barın arkasından çıkıp üst kata giden merdivenlere doğru yürümeye başladı. Barın arkasından çıktığında, adamın belinden sarkan kılıç, yürüyüş şekli ve Mabet'den söz ederken ki yüz ifadesi Coren'in bu adam hakkında ciddi şüphelere düşmesine sebep oldu. Şu an  için bunları bir kenara bırakıp, üst kata doğru çıkmaya başlayan adamı takip etti.

          Coren, ona yol gösteren adamı takip edip hanın üst katına çıktı. Adam ona koridorun başındaki odayı göstererek konuştu. " Mira içeride. Yaralı ve bilinci kapalı. Onu ancak hayatta tutabildik ama bu çok uzun sürmeyecek. Bir şifacıya ihtiyacı var ve en yakındaki tapınak iki günlük mesafede. Bu haldeyken yola çıkamaz. Onu en azından yola çıkabilecek kadar iyileştirmen lazım." Coren afallamıştı. Rodrick'in ölümünün verdiği şaşkınlığı üzerinden atamadan, şimdi de Mira' nın yaralı olduğunu öğrenmişti. "Bana burada neler olduğunu anlatacak mısın?" Karşısındaki adam, sorunun üzerine biraz duraksadı. " Şu anda önemli olan kızın iyileşmesi. Sormak istediklerini iyileşince ona sorarsın." Coren bu adamdan hoşlanmamış olsa da, adam haklıydı. Kafasındaki soruları cevapsız bırakıp odaya girdi. Mira, odadaki tek yatağın üzerinde, anlında ıslatılmış bir bez ve üzeri örtülmüş şekilde yatıyordu. Coren içeri girince, yatağın başında oturmakta olan yaşlı bir kadın dönüp, soran gözlerle ona baktı. Coren'in arkasından biraz önce konuştuğu adamın sesi geldi " Sorun yok, o bir tapınakçı, yardım edebilir." Kadının üzgün yüzü bir an için aydınlandı ve kadın rahatlayarak iç geçirdi." Ah tanrılara şükür" Coren yatağa yaklaşırken, kadın da oturması için sandalyeden kalktı. Coren oturmadı. Yatağın etrafında dönerek yatmakta olan kızı inceledi. Kızın yüzünde morluklar vardı ve dudakları kötü bir şekilde patlamıştı.  Elini uzatıp ona dokunduğunda, kızın ateşler içinde yandığını farketti. Kadın da bu esnada Mira'nın üzerindeki örtüyü kaldırarak Coren'in yarayı görmesini sağladı. Kızın sol tarafında kavisli bir şekilde  göğüsünden aşağıya doğru inen ve kaburgaları sıyırıp karına inmeden biten bir yara vardı. Coren bakar bakmaz bunun bir kılıç yarası olduğunu anlamıştı. "Bu darbeyi vuran her kimse ya ilk defa kılıç sallamış ya da acelesi varmış." diye düşündü. Bir süre daha yarayı inceledikten sonra, hiç bir şey söylemeden kızın yanında diz çöktü. " Ah güzel Mira, yine başını belaya sokmayı başarmışsın." Ellerini kızın göğsüne bastırarak gözlerini kapattı ve dua etmeye başladı. Odadaki yaşlı kadın da gözleri yaşararak dua ederken, ikisi de diğer adamın odadan ayrıldığını farketmedi.
       
          Mira, ormanda elinden geldiğince sessizce ilerlemeye çalışıyordu. Her türlü problemin üstesinden tek başına gelebileceğine dair kendisine duyduğu güven yine ağır basmıştı. Kendisine yapılan tüm uyarılara rağmen, çalıların arasında gördüğü yaban domuzunu av arkadaşlarına haber vermeden, tek başına takip etmeye başlamıştı. Bir süre hayvanın çıkardığı sesleri ve ilerlerken bıraktığı izleri takip ederek ormanın içlerine doğru ilerledi. Artık hayvandan hiç bir iz yoktu. Mira hayal kırıklığına uğramıştı. Kendine olan güveni boşa çıkmıştı. Bu düşünce onu sinirlendirdi ve tekrar bir iz bulma umuduyla ormanda daha derinlere ilerlemeye başladı. Dalların arasından sızan güneş ışığı, ormanın bu kısmında gitgide azalarak ormana daha karanlık ve gizemli bir görüntü veriyordu. Yer yer duyulan  vahşi hayvanların ve Mira' nın duymaya alışık olmadığı kuşların sesi, kızın ürpermesine sebep oldu. Haddinden fazla derinlere indiğini farketmişti ve bir an içini bir korku kapladı. Olduğu yerde direk arkasını dönerek, geldiği yönden dönmek için ilerlemeye başladı. Kalbi artık daha hızlı atıyordu ve Mira attığı her adımda, bu kadar ilerlemiş olduğu için kendisine kızıyordu. Biraz önce olanca güveniyle av peşinde koşan kız, şimdi çalıların arasından duyduğu her bir sesle ürperiyor ve durup korkuyla etrafına bakarken dakikalar harcıyordu. Kendisini toparlamak için bir kaç dakika dinlendi ve bir kaç yudum su içti. Artık kesin bir şekilde kaybolduğunu biliyordu ama av arkadaşlarına seslenecek cesareti yoktu. Umutsuzca geldiği yön olduğunu düşündüğü tarafa doğru yürümeye devam etti. Bir kaç dakika ilerlemişti ki hemen yanından geçtiği çalıların içinden gelen homurtuyla vücudu kaskatı kesildi. Yavaşça dönüp bakmaya cesaret edebildiğinde çalıların arasından çıkmış bir domuz yavrusunun yerleri koklayarak etrafında gezinmekte olduğunu gördü. Mira rahat bir nefes aldı. Hayvan, ona zarar veremeyecek kadar küçüktü. Yavaşça sırtındaki yaya uzandı ve sadaktan bir ok çıkarıp yaya yerleştirdi. Etrafta dönüp duran hayvana nişan aldı ve vuracağından emin olunca oku bıraktı. Ok, yavru yaban domuzunun hemen yanında, dal parçaları ve yapraklarla dolu olan zemine çarpıp yerden sekerek, yaprakların arasında kayboldu. Korkan hayvan, çığlıklar atarak, çıktığı çalıların arasında kaybolduğunda, Mira sövdü. Bir an için hayvanın peşinden gidip gitmemekte kararsız kaldıktan sonra artık dönme zamanının geldiğine karar verdi. Aynı yönden ilerlemeye özen göstererek ilerlemeye başladığında, arkasından gelen böğürme sesiyle irkildi ve refleks olarak arkasına baktı. Şimdi karşısında duran oldukça büyük bir domuzdu ve Mira kanının çekildiğini hissetti. Otuz santimlik dişleriyle ona bakan hayvan, ön ayaklarıyla toprağı dövüyor ve saldırmaya hazırlanıyordu. Mira bir umutla tekrar yayını eline alıp hemen sadaktan bir ok çekti ve yaya yerleştirdi. Nişan almaya çalışırken hayvan da saldırıya geçti. Hayvanın attığı her adımda toprağın sarsıldığını hisseden Mira, öleceğini anlamıştı. Belki hayvanı vurabilirdi ama bu yay çocuklar için yapılmış, çoğunlukla kuşlar ve küçük hayvanlar üzerinde işe yarayan bir yaydı. Mira yapabileceği bir şey olmadığını biliyordu. Kaçma şansı yoktu ve bu hayvanı öldüremeyeceği de açıktı. Umutsuzca oku bıraktığında, hayvanda hızını almış ve darbeyi indirmek için kafasını iyice yere yaklaştırmıştı. Ok, hızla koşmakta olan hayvanın yüzünde patladığında hayvan sendeledi ve dengesini kaybetti ama yavaşlamadı. Aldığı hızla birlikte kızın bacaklarına saldırdı ve kafasını hızla yukarı kaldırarak onu birkaç metre ileriye fırlattı. Mira, yere çarptığında bütün kemikleri kırılmış gibi hissetti. Hayvan dengesizce saldırmış ve dişlerini kızın bacağına saplayarak onu havaya fırlatmıştı. Fırlamanın etkisiyle, bacağı baldırından kalçasına kadar derince yarıldı ve yaradan oluk oluk kan akıyordu. Mira, sonunun geldiğini biliyordu. Hayvan, etrafında bir tur dönüp tekrar saldırıya geçmişti. Yere çarpan toynakların sesini kafasının içinde hissediyordu. Görüşü bulanmıştı ve gitgide kararıyordu. Hayvanın yapacağı son saldırının kısa sürmesini ümit ederek, gözlerini kapattı. Artık etrafta başka sesler de duyuyordu. "Demek ölmek böyle bir hismiş." diye geçirdi içinden. Sesler gitgide netleşirken, üstünde durduğu toprağın kaydığını ve ters döndüğünü hissetti. Sanki bütün orman da, onunla birlikte yok oluyormuş gibi bir hisse kapıldı. Etrafı, gitgide beyaz bir ışıkla kaplanırken, ışığın içerisinde suretler görmeye başladı. Kendisi gitgide suretlerden uzaklaşırken arkasından güçlü ve devasa bir elin onu suretlere doğru ittiğini farketti. Artık orman yoktu. Etrafındaki her şey bembeyaz olduğunda kafasının içinde kendisine " Henüz değil kızım." diye seslenen ve içini huzurla dolduran bir kadın sesi duydu. Hissettiği acı yavaş yavaş azalmaya başladı. Etrafındaki ışık dalga dalga  dağılırken görüşü bir an için netleşti. Karşısında yerde uzanan ve vücudunu büyük bir mızrak saplanmış ölü bir domuz yatıyordu. Mira bir için korkuyu tekrar hissedip ürperdi. Işık tamamen dağıldığında görüş alanına genç bir yüz girdi. "Geçti artık Mira, seni eve götüreceğiz." Amber rengindeki gözler ona korku ve endişe içinde bakarken Mira karanlığa gömülmeden önce yüzünde yarım bir gülümsemeyle av arkadaşına seslendi " Coren, iyi ki geldin..."

          Yaşlı kadın gözlerindeki yaşlarla karşısında gerçekleşmekte olan mucizeyi izliyordu. Yetmiş yaşını devirmiş olmasına rağmen daha önce seçilmişlerden birini hiç bu kadar yakından görmemişti. Onu dua ederken incelediğinde ne kadar genç olduğunu fark edip şaşırdı. Daha otuzuna girmediğine emindi. Gözlerini kapatmış ve başını öne eğmiş dua ederken bir an için yaşlı kadına çok tanıdık göründü. Onu incelerken, söylediği her sözden sonra odadaki enerjinin giderek yükseldiğini farketti. Yaşlı kadının tüyleri diken diken olurken aynı zamanda içini dolduran huzur, yaşaran gözlerinin iyice dolmasına sebep oldu. Genç adamın elinden yavaş yavaş, maviye çalan beyaz bir ışık yayılmaya başladı. Kalp atışı gibi ritmik bir şekilde parlayan ışık, Genç adamın elinden Mira' nın içine doğru akıyordu. Geçen her saniye Mira'nın  yüzündeki yaraların eskiyerek kapanmaya başladığını gördü. Bazı küçük zedelenmeler şimdiden kaybolmuştu bile. Gözünü genç adama çevirdiğinde alnında biriken ter damlalarını ve dua ederken zorlanmaya başladığını farketti. Dua birkaç dakika daha devam etti ve sonunda ani bir şekilde sona erdi. Genç adam elini başına götürüp ovmaya başladığı esnada Mira da yavaşça gözlerini açtı.

          Gerard hanın mutfağında oturmuş doldurduğu birayı yudumluyordu. Son bir haftadır günün pek çok saatini içerek geçiriyordu. İçmediği zamanlarda ise handaki ufak tefek işlerle ilgilenip Mira' yı hayatta tutmaya çalışan yaşlı Margeret'e yardım ediyordu. Mira'nın durumu kötüydü. Sürekli ölüm ve yaşam arasında gidip geliyordu. Gerard'ın fırlattığı kılıcı yarayı açan adamın dengesini bozup darbeyi yavaşlatmıştı ama adamın darbeyi indirmesine engel olamamıştı. Gerard o geceyi her düşündüğünde kendisiyle ilgili şüphelere düşüyordu. Kılıcını fırlatmıştı. Rakibine "Gel ve beni öldür." demenin farklı bir yoluydu bu. Daha önce de ölmek istemişti ama eğer ölecekse bu kendi istediği bir zamanda ve kendi istediği şekilde olacaktı. "Eğer yapmasaydım kız şimdi ölmüş olacaktı." " Neden umursuyorsun? Senin yüzünden ölen ilk köy kızı o olmayacaktı. Bu insanlara ne borçlusun ki?"  Gerard kendi içinde bir ikileme düşmüştü. Mira'nın hala hayatta olmasından memnundu. Diğer taraftan onu kurtarmak için yaptığı aptalca hamleden ötürü kendisine kızıyordu." İşte bu yüzden insanlarla yakınlaşmamalısın. "Bunun başkalarıyla alakası yok, ben karar verdim , ben yaptım." " Kendini kandırıyorsun Gerard. Babasının ölmesine izin verdiğin gibi kızın gitmesine de izin verecektin. Zayıfsın. Her şey senin isteğinle olmuş gibi davranmayı bırak. Kaçmaya çalıştığın şey elbet seni bulacak. O zaman da  kendine bunu istemiş olduğunu mu söyleyeceksin?"  "Hiç bir şeyden kaçtığım yok. Ben neysem oyum. "Kimsin sen Gerard? İsmin bu mu? Kendi adını kendine söyleyecek cesaretin var mı? "  Gerard yarısı dolu olan bardağı bir seferde içerek tekrar doldurmak için ayağa kalktı. Mutfağın arkasındaki fıçılardan birasını doldurup geldiğinde mutfak kapısının önünde beklemekte olan tapınakçıyı gördü. "İçmek için erken bir saat."  Adam Gerard'ın elindeki bardağı işaret ederek içeri girip etrafa bir göz gezdirdikten sonra gördüğü tozlu bir tabureyi alarak Gerard'ın sandalyesinin karşısına koyup oturdu. Gerard da ona aldırış etmeden kendi sandalyesine oturup birasını yudumlamaya devam etti. Sonunda adamın bariz bir şekilde kendisini süzmesinden rahatsız oldu. "Neden kendine küçük bir oğlan bulup bu bakışları onun üstünde denemiyorsun. Senin için daha iyi olur. Hem sizin evlenmeniz yasak değil mi?" Adam  hakareti görmezden gelerek, yarım bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Buralardan değilsin. Neden burada olduğunu ve kim olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ayrıca bil diye söylüyorum evlenmemiz yasak değil. Bu bizim tercihimiz. Şimdi bana neler olduğunu anlatacak mısın?"
"Tanrına sor." Gerard verdiği bu cevabın üstüne karşısındaki adamın gözlerinin hafifçe kısıldığını ve yüzünden anlık bir öfkenin geçtiğini gördü."Bakalım ne kadar sabırlı." diye geçirdi içinden. Oldu olası tapınakçıları sevmemişti. Onları buldukları her fırsatta ölmeye çalışan ve kendilerini ahlak bekçisi ilan etmiş saplantılı aptallar olarak görürdü. Kendilerini iyilik timsali olarak gören bu ahmaklar işler kendi istedikleri gibi gitmediğinde ise ortalığı birbirine katarlardı. Kendi kibirlerini sanki gururmuş gibi gösterip dünyadaki en erdemli insanlar olduklarına inanırlardı. Karşılarına çıkan her fırsatta ahlak, merhamet, fedakarlık, adalet gibi konularda nutuk çekmeye bayılan bu tipler, özellikle tanrıları söz konusu olduğunda kendilerine sunulan tüm farklı görüşleri küfür olarak adlandırır, kendi doğru bildiklerinden asla vazgeçmezlerdi. Şüphesiz ki birbirlerine olan bağlılıklarının ve cesaretlerinin bir benzeri yoktu. Tek başlarına bile güçlü savaşçılar olmakla birlikte bir araya geldiklerinde göz ardı edilemeyecek bir kuvvet doğardı. Gerard bu adamların savaştaki hünerlerine saygı duymakla birlikte sahip oldukları gereksiz derecede adalet duygusundan ötürü boş yere kendilerini öldürtmelerini her zaman komik bulmuştu. " Tanrım bu gün benimle yeterince ilgilendi. Artık sabrımı ölçmeyi bırak ve bana burada neler olduğunu anlat." Gerard karşısındaki adamın gizlemeye çalıştığı öfkesini farkedip keyiflendi. "Sana hiç bir şey anlatmak zorunda değilim. Eğer cevap istiyorsan Mira'nın iyileşmesini beklemek zorundasın. Şimdi beni rahat bırak." Gerard bardaktan büyük bir yudum alıp gözlerini karşısındaki adama dikti. Tapınakçı hiç bir şey söylemeden kalkıp mutfaktan çıktığında Gerard da tekrar düşüncelere daldı.

       
          Büyük Usta Aron masasında oturmuş gelen mesajları inceliyordu. Sadece bir masa ve sandalyenin bulunduğu odanın bir duvarı kitaplık için ayrılmış, diğer duvarları ise eski, ufak portrelerle süslenmişti. Masasının üzerinde her daim bulunan ve her gün yenilenen beyaz güllerle dolu bir kavanozun haricinde, günlük işlerini halletmek için kullandığı kalem, mürekkep ve mührünün bulunduğu bir takımı vardı. Büyük Usta son derece düzenli, disiplinli ve ayrıntılara özen gösteren bir yapıya sahipti. Adalet söz konusu olduğunda merhametin geçerliliğini yitirdiğini düşünürdü. Bu konuda pek çok kardeşiyle fikir ayrılığına düşmüş olsa da verdiği kararlar her zaman saygıyla karşılanmıştı. Kendisine ait tek zevki Mabet'in bahçesinde yetiştirdiği gülleriydi. Onlarla sanki çocuklarıymış gibi davranır ve boş zamanlarının çoğunu onlarla ilgilenerek geçirirdi. Özellikle karamsar bir ruh halindeyse kendisini toparlamak için sığındığı yer her zaman güllerinin yanı olmuştu. Bu yüzden çalışma odasında, yatağının başında ve pelerinin iç kısmında her zaman güllerinden biri mutlaka olurdu. Büyük Usta görevini devraldıktan sonra her sabah dua etmek için gittiği Mabet'in Kalbine dahi bir demet gül bırakırdı. Şu anda yine o karamsar ruh hallerinden birini yaşıyordu. Önünde çeşitli yerlerden gelen beş mesaj vardı. Dördünün içeriği aynıydı. Bu hafta birbirine yakın yerlerde ve farklı şekillerde dört kardeşini kaybetmişti. Bu alışıldık bir durum değildi. Büyük Usta üç kardeşinin naaşının alınması için başka kardeşlerini gönderecekti ama dördüncünün naaşı ortada yoktu. Zırhı paramparça olmuş bir şekilde bulunmuştu. Büyük Usta kardeşlerinin kolay öldürülebilir olmadığını biliyordu. Onlara saldırmak bile belirli bir cesaret isterdi. Üstelik bu kadar yakın bölgelerde ki dört kardeşinin birbirinden habersiz olması mümkün değildi. Bu sıradan haydutların işi olamazdı." Bir haftada dört çok fazla." Bunun sistematik bir saldırı olup olmadığını araştırması gerekecekti. Derin bir nefes alıp gözlerini masasının üstündeki güllere dikti. Bir süre durup düşündükten sonra diğerlerinden farklı bir mühür taşıyan beşinci mesajı açtı.

           Ustam ve kardeşim Brom, yavaş yavaş yolculuğumun sonlarına geldiğimi hissediyorum. Ben yolculuğumu bitirmeden bilmen gerektiğini düşündüğüm şeyler var. Şu an kuzey topraklarında, terk edilmiş bir manastırdayım. Buraya gelene kadar yaşadıklarımı özetlemem gerekirse sadece Annemizin beni kolladığını söyleyebilirim. Tahmin ediyorum ki bu topraklarda daha önce kimsenin inmediği kadar derinlere indim. Burada hala karanlığın izleri var. Elbette ki hepimiz bunu biliyoruz ve beni endişelendiren de bu değil. Karanlığın burada kalması hepimiz için daha iyi. Asıl endişelendiğim burada yaşanmış olabileceklere dair gördüğüm bazı izler. Şu anda bulunduğum manastırın dahi duvarlarında bana yabancı gelen, anlamaya çalıştığımda ise sadece beni iğrendiren ve aklıma, inancıma gölge düşüren, karanlık rünlerle çizilmiş büyüler var. Bunların her zaman burada olmuş olma ihtimali olduğu gibi, beni çok uzak olmayan zamanlarda çizilmiş olduklarını düşünmeye iten nedenler var. Bundan önceki birkaç terk edilmiş binada da gördüğüm bazı ayin kalıntılarına rastladım. Çürümüş cesetler ve yerleri karatan kan eskiydi ama aklımın bir köşesi bana sürekli burada yanlış olan bir şeyler olduğunu söyleyip duruyor. Şimdi ayrılmalı..... 

                                                                          

 Tekrar yazma fırsatı buldum ama uzun sürmeyecek. Aklımdaki bu bulanıklığı bir türlü söküp atamıyorum. Rüyalarım git gide karanlıklaşmaya başladı ve artık hiç uyumuyorum. Bir şey var, sanki beni sürekli olduğum kişi olmaktan alı koymaya çalışıyor. Belki de bunların hepsi korkmadığımızı söylediğimiz ölüme yaklaşmış bir adamın sözleridir. Belki de hakkında hiç bir şey bilmediğimiz ölüm bizi alırken, hepimiz aynı duygulara kapılıyoruz. Benim cevabı öğrenmem uzun sürmeyecek kardeşim. Bu mektubun sana nasıl ulaşacağını bilmiyorum. Ben bunları yazarken bile etrafımdaki karanlığın hareketlendiğini hissedebiliyorum. Benim için geliyor ve artık mücadele edecek gücüm yok. Mektubumu bitirip dua edeceğim ve Annemize son kez yalvaracağım. Artık beni almaya gelecek olanın ışık olmadığını biliyorum. Ona sadece sesimi ulaştırabilirim. Cesedim bu karanlığın içinde çürüyüp gidecek. İnancımı kaybettiğimi düşünebilirsin kardeşim. Biliyorum ölüm hepimizi alır. Bizler sadece ışığın içindeki silüetlerdik. Burada hiç ışık yok kardeşim. Sadece karanlık var ve git gide büyüyor....

          Büyük Usta Aron mektubu okumayı bitirdiğinde dehşete kapılmıştı. Mektubu masanın üzerine bırakıp   zarfın üzerindeki mühre tekrar baktı. Mührü şimdi tanımıştı. Mektup, Ulfric' den önceki Büyük Usta Brom için, yine ondan önce Büyük Usta olan Martin ZırhBüken tarafından yazılmıştı. Büyük Usta Aron mektubun en az on yıl önce yazılmış olduğunu biliyordu. " Neden ve nasıl şimdi elimize geçiyor?" diye düşündü. Hızlı adımlarla odasından çıktı ve kapının önünde nöbet tutan  Mabet muhafızlarından birine " Tapınaktaki Yüksek Rahip'e onu görmek istediğimi söyle. Sonra da Rahip Roni' yi bul, ona dışarıda olan tüm kardeşlerime en kısa zamanda Mabet' de toplanmaları için haber yollamasını ve şu anda Mabet'de olan kardeşlerimden hiçbirinin ayrılmamasını istediğimi ilet." Muhafız başıyla selam verdikten sonra koridor boyunca koşmaya başladı.  Büyük Usta diğer muhafıza dönerek " Bu mesajları getiren habercileri bul ve onları buraya getir." dedikten sonra bu muhafız da selam verip ayrıldı. Aron Çeliğinİradesi tekrar odasına girdiğinde gergindi. Kitaplığa yönelip eski haritaları içeren bir kitapla birlikte masasına oturdu. Kuzeyde yapılan manastırları ve bulundukları yerleri araştırırken aklına takılan bir ayrıntı onu daha da endişelendirdi. Bir kardeşleri çözülmüştü. Martin'i tanırdı. Ona "ZırhBüken" denilmesinin bir sebebi vardı. Tıpkı kendisine "Çeliğinİradesi" denilmesi gibi. Martin korkacak bir insan değildi.  Ne var ki, mektup açık bir şekilde kardeşinin korktuğunu, hatta inancını kaybettiğini gösteriyordu. Büyük Usta Aron gözlerini kapatıp bu düşünceleri zihninden uzaklaştırdı. Dikkatini tekrar önündeki kitaba vermeden önce kısa bir an iç geçirdi " Ulfric, kardeşim. Umarım iyisindir." 



1 yorum:

  1. kaptanselalesuyu.blogspot.com

    Hikaye yazdığım blog sayfama bakabilir misiniz ?

    YanıtlaSil