Coren kitabı kapattı. Efsanevi
Mosiah IşıkGetiren'in(Bu isim kendisine sonradan verilmişti) kendisini
karanlığın en kuytu köşesine kadar takip etmiş olan silahtarı Gaff'a ait olan
bu notları daha önce pek çok kez okumuştu. Yazının devamının gelmeyeceğini
biliyordu. Elindeki kitap çağlar öncesinde yaşanan olaylara dair tek somut
kanıt olan ve Yüksek Meclis tarafından özenle muhafaza edilen bu notlardan yola
çıkarak, ortaya neler yaşanmış olabileceğiyle ilgili teoriler sunan bir
büyücüye aitti. Kitabı yatağının yanında duran komidinin üzerine bıraktı.
Yarın önemli bir gündü ve dinlenmesi gerektiği halde gecenin yarısını kitapları
inceleyerek geçirmişti. Neredeyse tükenmek üzere olan mumları söndürdü. Odadaki
tüm ışık kaybolup oda karanlığa gömüldüğünde, pencereden içeriye süzülen
ay ışığı Coren'in içini huzurla doldurdu. Bir kaç dakika içinde derin bir
uykuya dalmıştı.
Sabah uyandığında kendini
oldukça iyi hissediyordu. Yatağında doğruldu ve pencereden gökyüzüne baktı.
Yağmur zamanı değildi ama son zamanlarda doğa tanrısı Deyrin insanlara
sürpriz yapmaktan hoşlanıyordu. Bu gün bir sürpriz olmaması güzeldi. Hava açık
ve güneşliydi. Yatağından çıkıp odasındaki banyoya girdi. Duş bölümüne gidip
üzerindeki elbiseleri çıkarttı. Duvara monte edilmiş olan çeşmeyi çevirdiğinde
başından aşağıya dökülmeye başlayan suyla rahatladı. Su, güneşin etkisiyle hafif
ılımış olsa da onu kendine getirmeye yetecek kadar soğuktu. Birkaç dakika suyun
altında bekledikten sonra çeşmeyi kapattı ve suyun akışı kesildi." Ah,
bunu gerçekten özleyeceğim." diye geçirdi içinden. Duştan çıktıktan sonra
giyinmeye başladı. Elbiselerini giydikten sonra sıra zırhına gelmişti. Zırhını
tamamen giymesi biraz vaktini aldı. Zırhı oldukça görkemliydi. Eldivenleri bile
demirden yapılmış olan bu zırhın eklem yerlerini korumak için özel yapım deriler
kullanılmıştı. Elbette zırh kendisine ait değildi. Onun ve kardeşlerinin
kullandığı her şey gibi bu da Mabet'e aitti. Coren sadece onu üstünde taşımaya
layık görülmüştü. Zırhını giydikten sonra sıra pelerine geldi. Gök mavisi rengindeki pelerini şovalye olduğu zaman ona isimsiz bir tebrik mesajıyla birlikte hediye edilmişti. Pelerin
kullanmaya alışık olduğu için onu kolayca sırtına alıp göğüs zırhının önünde
bağladı. Mabet'e teslim etmek üzere tam yatağının karşısında duran aynalı
komidinin üzerindeki kılıcı aldı, ama kemerine bağlamadı. Kılıç ona babasından
kalmıştı ve ondan ayrılacağı için üzülse de bu bir gereklilikti. Komidinin
önünde dururken bir an için aynadaki yansımasına baktı. Siyah saçları kısa
kesilmiş ve yüzü traşlıydı. Yüzünün tüm hatları birbiriyle orantılı ve düzgün
şekillenmiş, amber rengindeki gözleri biraz çekik ama yüzünün geri kalanıyla uyumluydu.
Aynanın karşısında zırhını incelediğinde tam göğüs kısmına işlenmiş hilali ve
hilalin içinde atıyla şahlanmış olan şovalye figürünün zırhı üzerine giydiğinde
çok daha güzel göründüğüne karar verdi. Boyu 185 cm civarında olan Coren doksan
kilonun biraz üstündeydi ve bu zırh onu olduğundan daha iri gösteriyordu. Zırh
ağırdı ama o asıl ağırlığın zırhı taşıma sorumluluğu olduğunu biliyordu.
"Eğer taşıyamayacak olsan seçilmezdin." demişlerdi ona. "Zaten
bu zamana kadar üstünde olmasa da içinde bu zırhı taşıyordun, bizi biz yapanın
sadece içimizdekiler olduğunu unutma! Bu sadece metal, içindeki inancı
kaybedersen sen de sadece et ve kemik olursun!" bu sözler zırhı ona teslim
eden Büyük Usta Ulfric' e aitti. Büyük Usta' yı düşündüğünde artık odasından
çıkma zamanının geldiğini farketti. Zırhının son parçası olan ve ön tarafında
açılıp kapanabilen bir siperliği, üstünde ise yarım santimlik bir demirin
üzerine oturtulmuş bir hilalin olduğu miğferini kolunun altına alıp odasından
çıktı.
Koridor genişti. Parlak
duvarlar yer yer tabandan tavana kadar gelen büyük goblenlerle kaplanmıştı. Her
bir goblen geçmişte yaşanmış bir anı simgeliyordu. Coren uzun koridorda
ilerledi ve ana koridordan ayrılan daha küçük ve sade bir koridora açılan bir
kapıdan girdi. Biraz ilerisindeki kapıyı çaldı ve içeriden gelen onayın
ardından kapıyı açtı. Üzerinde koyu kahverengi cübbesi ve kel kafasıyla
Rahip Roni, üzeri rulo yapılmış kağıtlar, kalem, mürekkep ve çeşitli mühürlerle
dolu olan dağınık bir masanın arkasında oturmuş kendisine bakıyordu. Karga gibi
öne doğru eğimli ince, uzun bir burnu vardı ve bu yüzden pek çok takma adı olan
bir adamdı. Kafası ve yüzü sürekli traşlı olan bu adam kendisiyle barışık bir
adamdı ve ne zaman birileri onun için daha yaratıcı bir isim bulsa, kendisi de
tıpkı diğerleri gibi bunu komik bulurdu. Coren içeriye girdiğinde odanın
geri kalanının da tıpkı masanın üzerindeki gibi rulo kağıtlarla doldurulmuş
raflarla çevrili olduğunu gördü. Masanın önüne gidip durduğunda rahip
gülümseyerek onu süzüyordu." Hoş geldin evlat, tahminimce elindeki kılıcı
envantere kayıt ettireceksin." dedi başıyla Coren'in elinde tuttuğu kılıcı
işaret ederek. Coren "Evet rahip, kılıcı teslim edip salondaki yerimi
almaya gideceğim. Eğer ayrılmadan önce fırsatım olursa size tekrar uğramaya
çalışacağım." dedi ve kılıcı masanın üzerinde hiç bir şeye zarar vermeden
koyabileceği bir yer aradı. Rahip "Bana ver evlat." diyerek elini
uzattı ve kılıcı Coren'den aldı. "Bunun için zahmete girme, birazdan yola
çıkacağım, halletmem gerek işlerim var. Seninle daha sonra görüşürüz. Şimdi
gidebilirsin, geri kalanını ben hallederim." Coren başıyla onayladı ve
arkasını dönüp odadan çıktı. Tekrar büyük koridora yöneldi. Sıra sıra dizilmiş
kapı ve yol ayrımlarından hiç birine sapmadan koridor boyunca ilerledi. Sonun
da karşısında tavana kadar yükselen büyük bir kapı bulduğunda varmak istediği
yere varmıştı. Kapı açıktı ve girişinde beyaz-altın renklerde zırhlara bürünmüş
ellerinde iki buçuk metrelik mızraklar taşıyan iki muhafız vardı. Muhafızlar
onu görünce başlarıyla selam verdikten sonra kimin daha iyi heykel taklidi
yapabileceği konusundaki yarışlarına geri döndüler. Coren bu sembolik
muhafızları asla anlamamıştı. Burası Mabet'in kalbiydi buraya gelen herkes
zaten uyması gereken kuralları bilirdi. Ama bu nereden geldiği belli olmayan
bir gelenekti ve hep böyle olmuştu. Coren selama başıyla karşılık verip içeri
girdi.
Burası devasa bir salon, aynı
zamanda da bir anıt mezardı. Coren'in önünde elli metreden daha uzun, tamamı
parlak beyaz mermerle kaplanmış bir koridor vardı. Koridorun her iki tarafında
da yol boyunca karşılıklı dizilmiş toplamda yüz lahit vardı. Lahitlerin
önlerine ise sağ elleri ucunu yere dayadıkları kılıçların kabzalarını tutan, sol ellerini ise göğüslerine bastırmış yere bakar şekilde sol dizlerinin üzerine çömelmiş sovalye heykelleri
yerleştirilmişti. Coren koridorda ilerlemeye devam ederken içinin ürperdiğini
hissetti. Lahitlerin boş olduğunu biliyordu ama yine de burası kutsal bir
mekandı ve salondaki duygunun yoğunluğu insanın içine işliyordu. Heykelleri
geçip büyük bir açıklığa ulaştı. Burası daire şeklinde düzenlenmiş geniş bir
alandı ve dairenin de her iki tarafına yan yana dizilmiş, birbirinin simetriği
olan, toplamda yüz mermer kürsü yerleştirilmişti. Coren'in tam karşısında
ise altında yine mermerden yapılmış tek bir kürsü duran devasa bir heykel
vardı. Şahlanmış bir atın üstünde kılıcını gökyüzüne doğrultmuş olan şovalye
heykeli, sanki her an canlanıp atını Coren'in üstüne sürecekmiş gibi bir
izlenim veriyordu. Coren neredeyse Mosiah IşıkGetiren'i tasvir eden bu heykelin
gerçekten onun ruhunu içinde taşıdığını düşünecekti. Hayran olmuş bir şekilde
başını yukarı kaldırarak heykelin elindeki kılıcı takip ettiğinde, tamamen
siyaha boyanmış ve insana zifiri karanlıkta kalmış hissi veren tavanın ortasına, yuvarlak açıklığın üç tarafından yükselen kemerlerle bağlanmış ve büyülü bir
ışıkla parlayan dolunayı gördü. Bu büyük salonda hiç pencere yoktu ve burayı
aydınlatan ateşin ışığı da değildi. Coren büyülenmiş bir şekilde salonun geri
kalanını incelerken arkasından gelen seslerden zamanın geldiğini anladı.
Büyük Usta Ulfric sağ ve
sol yanında iki Yüksek Rahiple birlikte salondan içeri girdi. Arkasından gelen
yüz kadar şovalye üstlerinde Coren'in zırhının eşi olan zırhlarla onları takip
ediyordu. Büyük Usta ve Yüksek Rahipler Coren'i geçip heykelin altındaki
kürsüye ilerledi ve şovalyeler de çemberin etrafındaki yerlerini almaya
başladılar. Büyük Usta heykelin ayak ucuna yerleştirilmiş tek kürsüde
yerini aldığında yanındaki Yüksek Rahipler de sağ ve sol yanında durdular.
Bütün formalitelere rağmen Coren törenin düşündüğü kadar resmi olmadığını
farketti. Şu anda iki Yüksek Rahip hariç kardeşlerinin arasındaydı ve onların
arasında rütbe farkı yoktu. Hepsi birbirine eşit ve sevgi besleyen kardeşlerdi.
Başı öne eğilmiş şekilde çemberin tam ortasında yerini almış olan Coren
istemsizce gülümsedi. Başını kaldırıp baktığında Büyük Usta'nın da ona bakarak
gülümsemekte olduğunu gördü. Büyük Usta konuşmaya başladığında salondaki bütün
kıpırtılar durmuş, tüm sesler kesilmişti."Kardeşlerim, bu gün beş yıldır
gönüllü olarak üstlendiğim görevdeki son gün ve son görev olarak aramıza yeni
katılan kardeşimizi onurlandırmak ve aranızdan bir gönüllünün yerimi alması
için hepinizi burada topladım. Adet olduğu üzere kılıcımı yerime gelene teslim
edip sürgüne gideceğim ve ölüm beni alana kadar geri dönmeyeceğim." Büyük
Usta formalitelerden sıkıldığını belli ederek elini salladı. "Lord Aron
benden sonraki en yaşlı kardeşim olarak bu görevi üstlenmeye gönlünüz var
mı?" Aslında Büyük Usta' nın kimin gönüllü olduğunu sorması ve orada bulunan
şovalyelerin hepsinin gönüllü olmasının ardından adet olarak en yaşlının görevi
devralması gerekirdi ama Büyük Usta Ulfric bu formaliteyi es geçmişti. Yanında
duran Yüksek Rahipler durumdan rahatsızsa da artık Ulfric'in samimi ve rahat
tavırlarına alışmışlardı. Hem burası her ne kadar tanrılarına ait bir tapınak
olsa da aynı zamanda seçilmişlerin evi ve en kutsal mekanlarıydı. Kardeşler
kendi evlerinde araya girilmesinden hoşlanmazlardı.
Beklendiği gibi "Gönüllüyüm Büyük Usta." diye geldi
cevap. Lord Aron Her zaman kurallara sıkı sıkıya bağlı çevresine karşı daha
ölçülü ve daha sert bir yapıya sahipti. 48 yaşında olan Ulfric'den sadece iki
yaş küçüktü ve ikisi beraber pek çok dövüşe katılmışlardı. Büyük Usta Ulfric'in
içi rahattı. Bundan sonraki beş yıl boyunca Lord Aron Mabet'den ayrılmayacak ve
zamanı dolduğunda o da kendisi gibi kılıcını aralarına yeni katılan kardeşine
teslim edip sürgüne gidecekti. Bu Büyük Ustalar'ın ödemesi gereken bir bedeldi
ama onlar bunu bir bedel olarak değil, büyük bir onur olarak görürlerdi."
Pekala, Coren Dun-Cassius gel ve hakkın olanı al." dedi ve kılıcını
belinden çıkarıp avuçlarının üzerinde ileriye uzattı. Coren Büyük Ustaya doğru
ilerlerken " Gerçekten formaliteleri hiç umursamıyor." diye geçirdi
içinden. Büyük Usta saatler sürmesi gereken töreni sanki bir an önce bitirmeye
çalışıyormuş gibi görünüyordu. Coren bir an sonra bu düşünceyi aklından
uzaklaştırdı ve bir şey olmamış gibi yürümeye devam etti. Kılıcı almadan önce,
"Ustam ve kardeşim, kılıcınızı almak içimi neşe ve huzurla doldurduğu
kadar bana acı ve hüzün veriyor. Gittiğiniz yol ne kadar uzak olursa olsun
umutlarım ve dualarım sizinle olacak." dedi ve elini uzatıp kılıcı Büyük Usta'nın
elinden aldı. Kılıcın neredeyse ağırlığı yoktu ve Coren onu eline alır almaz
sanki kılıcın kendisi için dövülmüş olduğunu düşündü. Kılıcın kabzasından
yayılan enerji içini huzurla dolduruyor ve kanını kaynatıyordu.Neredeyse bir
buçuk metre uzunluğunda olan bu kılıç sanki kınından ilk defa çıkmış gibi temiz
ve parlaktı. Kabzasından sivri ucuna kadar çeşitli rünler ve desenler işlenmişti. Kabzanın altına da kardeşlerin sembolü olan bir hilal
oturtulmuştu. Coren kendisiyle gerçekten gurur duyuyordu. İlk defa Büyük
Ustayla karşılaştığı günü hatırladı. O zamanlar bir çocuktu. Babasını kaybetmiş
yaralı ve yalnız başınaydı. Büyük Usta onu iyileştirmiş ve kimsesi olmadığını
anladığında onu küçük bir manastıra bırakmıştı. Coren daha sonra Büyük Usta'dan
aldığı bir mektubun üstüne Mabet' e gelmiş, burada aldığı eğitimlerden
sonra yolunun rahiplik olmadığı anlaşılmış ve Mabet'in şovalyelerinden biri
olmuştu. Bir önceki ay ise Büyük Usta onu çağırmış ve sürgüne
gitmeden önce kılıcı vereceği kişinin kendisi olduğunu söylemişti. Coren'in
düşünceleri Lord Ulfric'in sesiyle bölündü " Evlat, kılıç artık senin onu
istediğin zaman inceleyebilirsin." Bunun üzerine salonda ufak gülüşmeler
duyuldu ve Büyük Usta Aron eski dostu Lord Ulfric'i uğurlamak ve dua
ederek töreni kapatmak için çemberin merkezine yürüyüp ellerini havaya
kaldırdı. Üstlerinde asılı duran dolunay şimdi daha parlak bir hal alarak çocuklarını izlemekte olan Luna'nın gözlerinin onların üzerinde ve hoşnut
olduğunu ifade ediyordu. Büyük Usta Aron duasına başlamıştı ve onun sesi
yükselmeye devam ettikçe ayın parlaklığı da giderek artıyordu. Yüksek Rahipler
diz çöküp ellerini havaya kaldırırken, kardeşler kılıçlarını çekmiş, kürsülerin
önünde sağ elleri ucunu yere dayadıkları kılıçların kabzalarını tutan, sol elleri ise sol dizlerinin üzerinde yere bakar şekilde bir dizlerinin üzerine çömelmiş, duaya eşlik ediyorlardı. Üstlerindeki
Ay'ın ışığı gitgide artarken salon tamamen beyazlara bürünmüştü ve tanrıları, çocuklarının bu coşkusuna ortak olurken salon bir anda karanlığa gömüldü.
Kardeşlerinden kilometrelerce
uzakta Lord Brom elleri ve ağzı siyah, sise benzeyen büyülü bir bağ ile
bağlanmış önündeki manzarayı inceliyordu. Tamamen siyah cübbelere bürünmüş olan
büyücü eski bir sunağın önünde biraz önce Lord Brom'un gözleri önünde
boğazını kestiği kızın kanıyla ne olduğunu bilmek istemeyeceği başka şeyleri
karıştırarak bir büyü hazırlıyordu. Sunağın arkasında on metre çapında bir
geçit vardı ve büyücünün amacının bu geçiti açmak olduğunu biliyordu. Neredeyse
üç yıldır tüm duvarları Lord Brom'a yabancı gelen rünler ve büyülerle kaplı bu
eski kalenin mahzeninde bu büyücünün tutsağıydı. Büyücü onun iyi niyetini
kullanarak ona bir tuzak kurmuş ve onu esir etmişti. Pek çok işkenceye
katlanmış, dayanılmaz acılara maruz kalmıştı ama canını en çok yakan bedensel değil ruhsal işkencelerdi.
Önündeki adam işini bitirdiğinde kendisine dönüp konuştu." Senden kişisel
olarak nefret etmediğimi biliyorsun değil mi? Bu sadece bir inanç meselesi. Sen
onurlu bir adamsın, neredeyse seni öldürmek zorunda olduğuma üzüleceğim."
bir süre durup düşündükten sonra yüzünde alaycı bir gülümsemeyle devam etti
"Evet fazla abarttım. Yine de sana karşı kin beslemediğim doğru. Bu, avcının geyiğe kin beslemesine benzerdi değil mi? Hayır benim sadece sana
ihtiyacım var o kadar. Aramızdaki ilişki asla daha fazlası olmadı.Ne? Konuşmak
mı istiyorsun? Pekala benim için sakıncası yok, hatta belki dua etmene bile
izin veririm." alaycı bir şekilde gülerken elini ufak bir hareketiyle Lord
Brom'un dudaklarında fokurdayan siyah duman kayboldu."
İnançtan bahsetmeye nasıl cürret edesin, hain!" diye haykırdı Lord
Brom."İşte şimdi kalbimi kırdın." dedi büyücü ve devam etti "
Sen tapındığın zaman inanç ama ben tapındığım zaman hain mi oluyorum? Tanrının
benimkinden üstün olduğunu mu sanıyorsun. Senin tanrın korkak. Şu haline bir
bak, göklerde parlayan o büyük Ay şimdi nerede? Seni yüz üstü bıraktı çünkü
benim tanrımla yüzleşecek gücü yok. O kadar korkak ki kendi seçilmişlerine bile
güç vermekten korkuyor. Bu kadar zamandır her gece tanrına yalvardın ve aldığın
tek cevap sadece sessizlik. Benim tanrımın bana verdiği güç eşsiz çünkü o korkak
değil. Benim ta..." Bu sefer Lord Brom gülmeye başladı ve büyücü onun bu
neşesi karşısında şaşırarak sözünü yarım bıraktı. "Senin tapındığın şey
bir tanrı bile değil, aciz ve düşmanlarıyla yüzleşmekten korktuğu için kendi
işini kuklalarına yaptıran kan emici bir iblis. Bu dünyadan kovuldu ve bir daha
geri gelemeyecek. Kardeşlerim er geç buradaki deliliğin farkına varacak ve o gün
atlarını buraya sürecekler. Sen de seni kendi
tanrından kurtarması
için benim tanrıma yalvaracaksın." Büyücü bu sözler karşısında
öfkelenmişti. "Tanrının gücü buraya girip seni kurtarmaya dahi yetmezken
kurduğun bu cümleler gerçekten komik. Kardeşlerin şu anda aralarına yeni
katılan bir aptal için tören yapıp ilahiler söylemekle meşguller ve tanrın da
onlara alkış tutup titrek ışığıyla salonlarını aydınlatıyor. Hepsi seni çoktan
unuttular. Seninle daha uzun konuşmak isterdim ama artık enerjimi önümdeki
büyüye vermeliyim." büyücü eliyle yaptığı bir hareketin ardından eski
Büyük Usta Lord Brom'u tekrar sessizliğe mahkum etti. Sunağın önüne geçip
hazırladığı karışımı içtikten sonra ağzından Lord Brom'u dehşete sokan sözler
dökülmeye başladı. Zaten karanlık olan mahzen iyice karanlıklaştı ve
ayaklarının altındaki taşlar sarsılmaya başladığında sunağın arkasındaki
geçidin ortasında yavaş yavaş siyah bir nokta belirdi. Sarsıntılar gitgide
artarken siyah nokta da her saniye daha da büyüyordu. Lord Brom ne kadar
anlamsız olduğunu bilse de tanrısına yalvarmaktan vazgeçmemişti. Elbette kendi
canı için yalvarmıyordu. Kardeşlerinin burada ne olduğunu bilmeleri gerekiyordu
ve Lord Brom bu konuda başarısız olmuştu. Büyücü kalenin duvarlarına işlenen
rünlerle onun tanrısıyla olan iletişimini kesmiş ve onu tanrısının gözlerinden
gizlemişti. Yer sarsılmaya devam ederken büyücünün sesi artık haykırıyormuş ve
sözcükler ağzından zorla alınıyormuş gibi çıkıyordu. Geçidin tamamen açılmasına
çok az bir zaman kalmıştı. Lord Brom çaresizce gözlerini tavana dikti ve
içinden tanrısına haykırmaya devam etti. Büyücü aniden büyüsünü bitirdi ve
geçit artık tamamen açıktı. Büyücü yorgun görünüyordu, enerjisinin çoğunu
yaptığı büyüye harcamıştı yine de kibirinden hiçbir şey kaybetmemiş bir şekilde
Lord Brom'a baktı ve konuştu "Efendimin ilk hizmetkarı geldiğinde karnı
aç olacak Büyük Usta ve sen onun için iyi bir hediyesin." elinin bir
hareketiyle Lord Brom'u tüm bağlarından serbest bıraktı. Eski Büyük Usta
serbest kaldığını anladığı anda tam da büyücünün istediği gibi onun üstüne
atıldı ve büyücünün ellerinden çıkan bir enerji topu Lord Brom'un göğsünde
patlayarak mahzenin bir kez daha sarsılmasına sebep oldu. Lord Brom mahzenin diğer ucuna fırladı ve sert bir şekilde duvara çarparak yere yığıldı. "Seni şimdi
öldürmek zorunda bırakma beni." diye geldi büyücünün sesi. Eski Büyük Usta kemikleri
kırık bir halde yerde uzanıyordu. Geçide doğru baktığında siyah bir sisin içeri
doğru süzülmekte olduğunu gördü. Ciğerine batan kırık kaburgaları onu yavaş
yavaş kendi kanında boğarken elini göğsüne koymayı başardı ve bir anda elinin
üstünde parlamakta olan ışığı farketti. Kafasını yukarı kaldırıp baktığında
tavanı tutan kirişlerden birinin arasından süzülen ışığı gördü. Kirişler
sarsıntıda zarar görmüş ve büyücünün yaptığı büyünün de baskısıyla çökmeye
başlamıştı. Mahzenin duvarlarında açılan bu boşluk duvarlara çizilmiş olan
rünlerin ve koruyucu büyülerin de bütünlüğünü bozmuş, Lord Brom'a beklediği
fırsatı vermişti. Eski Büyük Usta Kafasını büyücüye çevirdiğinde bir an için
göz göze geldiler. Büyücü ortada ters giden bir şeylerin olduğunu anladığında
artık çok geçti. Eski Büyük Usta gözlerini kapattı ve tanrısına seslendi "
Tanrım, Mehtabım..."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder