12 Aralık 2012 Çarşamba

4. BÖLÜM: GEÇ GELEN MEKTUP

          Karşılarında bir anda yoktan var olan ve üzerinden dumanlar tüten bir büyücü gören iki asker korku ve şaşkınlıkla kılıçlarına davrandılar. Büyücü onlara doğru yürümeye başladığında ikisi de geleni tanımıştı ama bu içlerini rahatlatmaktan çok, daha da ürpermelerine sebep oldu. Büyücü onları umursamadan, hızla yanlarından geçip gittiğinde, ikisi de rahat bir nefes aldı.

          Azazel, lordunun şatosuna vardığında hala maruz kaldığı acıyla boğuşuyordu. Yine kibirine yenik düşmüş ve başarısızlığa uğramıştı. En azından çabuk davranmış ve kaçmayı başarmıştı. Eğer biraz daha geç kalsa şu an tamamen küle dönüşmüş olacağını biliyordu. "Hala hayattayım. Önemli olan da bu." diye geçirdi içinden. Kimseyi umursamadan, vücudundaki acıları görmezden gelerek direk zindanlara yöneldi ve zindan girişine vardığında "Şimdilik hayattayım." diye kendisini düzeltti. Azazel çok iyi biliyordu ki lordu başarısızlıklardan hoşlanmazdı.

          Karanlık zindanlara girdiğinde içeride üç  kişi vardı. Dizleri üzerine çökmüş bir adamın başında dikilen diğer ikisi başlarını çevirip ona baktılar. Dizleri üzerindeki adam olduğu yerde yere bakmaya devam ediyordu. "Gel Azazel biz de seni bekliyorduk. Buradaki dostumuz ilgini çekebilecek bazı şeylerden bahsediyor." Lordunun sesini duyan Azazel bir an için ürperdi ama bunu belli etmeden onlara doğru yürümeye başladı. Vücudu hala acı içinde kıvranıyor olsa da, yaşadığı başarısızlığın üzerine bir de kendini zayıf göstermesi, onun sonunu getirebilirdi. Acıyı zihninden uzaklaştırdı ve lordunun önüne geldiğinde eğilerek selam verdi. "Lordum, benim de size söylemem gerekenler var." Lordu oldukça sakin görünüyordu. Şu an için ilgisinin başka bir yerde olduğu belliydi ve Azazel bundan oldukça memnundu. " Eğer bana yıllardır senin için hazırladığım ve sadece ilgi çekmemek için bu günü beklediğim çağırma ayinini nasıl eline yüzüne bulaştırdığını anlatacaksan kendini boş yere yorma. Üstelik beceriksizliğin ilginin üstümüze çekilmesine sebep oldu. Bu zamana kadar koruduğumuz gizliliğimizi açığa çıkardın. Artık daha cesur adımlar atmamız gerekecek." Azazel içinin titrediğini hissetti. Lordu olup biteni zaten biliyordu ve bu büyücünün beklemediği bir durumdu. " Lordum, ben..." Lordu elini havaya kaldırarak ona susmasını işaret etti. " Artık sana başka bir yerde ihtiyacım var. Bu adam bana bir süredir aradığım bir şeyi bulmuş olabileceğimizi söylüyor." Azazel, yerdeki adamı işaret ederek konuşmasına devam eden lordunun sesinde bir heyecan tınısı farketti. " Onu sorgula. Bu konuyu araştırmak artık senin yükümlülüğün. Eğer söyledikleri doğruysa Cassius görevi senden devralacak." Cassius'un adı geçtiğinde Azazel, lordunun hemen yanında duran, tamamen siyah zırhlar içindeki adama baktı. Cassius da ona bakıyordu. Adamın miğferi başında olmasına rağmen Azazel onun kendisine sırıtmakta olduğunu biliyordu. Cassius, lordunun en güvendiği adamıydı ve şu an Azazel'in başarısızlığıyla eğleniyordu. " Siz nasıl isterseniz lordum." dedi tekrar eğilerek. Lordu, Azazel'in girdiği kapıya doğru yöneldi ve Cassius da onu takip etti. Tam kapıdan çıkacaklarken arkasını döndü " Son bir şey. Bu başarısızlığın yüzünden bir gün seni öldüreceğim Azazel Hayatİçen. Bunun ne zaman olacağına sen karar vereceksin." Başka bir şey söylemeden kapıdan çıkıp gitti. Cassius' un gözleri birkaç saniye daha büyücüye takılı kaldıktan sonra o da lordunu takip etti. Azazel, derin bir nefes aldıktan sonra dikkatini sessiz bir şekilde sorgulanmayı bekleyen adama verdi. "Bakalım bunun altından ne çıkacak." diye söylendi ve daha hiçbir soru sormadan, eliyle yaptığı bir hareket bütün zindanın acı çığlıklarla dolmasına sebep oldu. Azazel öfkeliydi ve öfkesini bu adamdan çıkaracaktı.

          Güneş kendini yeni göstermeye başlamıştı. Gecenin serinliği yerini hafifçe esen ılık bir rüzgara bırakırken Coren, Cesaret' in üstünde düşüncelere dalmış bir şekilde ilerliyordu. Cesaret onun bineği ve dostuydu. Bu isimi Coren seçmişti. Bazı kardeşleri, atına verdiği isim konusunda ciddi felsefi tartışmalara girmiş olsa da  Coren bu ismi sevmişti. Ona ilk seslendiğinde aldığı tepkiden Cesaret'in de bundan hoşlandığı belliydi. Bir savaşçının sahip olabileceği en güzel at olan Cesaret, parlak siyah tüyleri, iriliği ve zekasıyla herkesi kendisine hayran bırakıyordu. Sadece çağrı üzerine sahip olunabilecek ve sadece sahibine itaat eden bir attı. Cesaret'in de tıpkı Coren'in olduğu gibi kardeşleri vardı ve onlar da sadece Coren'in kardeşlerine itaat ederlerdi. Bu binekler Mosiah IşıkGetiren karanlığın kalbine saldırıp tanrıları özgür bıraktıktan sonra, doğa tanrısı Deyrin tarafından onun ve şovalyelerinin  anısına kardeşlere hediye olarak bahşedilmişti. Mabet'in kutsal şovalyeleri, binekleri olmadan yaşayabilecek olsa da, bu soylu bineklerin ömrü sahiplerinin ömrüyle sınırlıydı. Yinede kardeşler bineklerini en yakın dostları olarak gördükleri için onları kaybetmek her zaman acı verir ve kalan ömürleri boyunca onlara sürekli bir boşluk hissi yaşatırdı.

          Kaderleri birbirine bağlanmış olan bu iki dost ormanın içinden geçen eski bir yolda ilerliyorlardı. Coren elinden geldiğince köy ve kasabalardan uzak durmaya çalışarak yol alıyordu. Özellikle büyük şehirlere uzak olan bu bölgede, insanlar Kardeşler'e aşırı bir ilgi gösterirlerdi. Coren yolunun üstündeki tüm kasabalara uğrarsa yolculuğunun iki kat zaman alacağını bildiği için eski yollardan gitmeyi tercih etmişti. Bunun dezavantajı ise haydutlardı ama onların da Coren'e saldırması pek olası değildi. Neredeyse bir haftadır yollardaydı ve zamanının çoğunu kabul töreninde olanları anlamaya çalışarak geçirmişti. Mabet'in kalbinde yapılan tören esnasında tanrılarını simgeleyen ve salonu aydınlatan Ay bir andan parlaklığını kaybetmiş ve salon karanlığa gömülmüştü. Bu daha önce hiç olmamıştı. Coren, bu yüzden bazı anlarda kendisinden şüphe etmişti. Büyük Usta Aron da dahil, tüm kardeşleri, bu olayın kendisiyle alakası olmadığı konusunda onu rahatlatmışlardı. "Bu rahipleri ilgilendiren bir olay. Biz O'nun seçilmişleri olsak da Tanrımız bizimle konuşmaz. Bu çok nadir olmuş bir olaydır. Yüksek rahipler, zamanı geldiğinde bize gerekenleri söyleyecekler. Şüpheye düşmemelisin kardeşim." Coren, Mabetten ayrılırken onu uğurlayan Büyük Usta' nın sözleriydi bunlar.

          "Varmak üzereyiz."  Coren'in düşünceleri Cesaret'in gönderdiği bu mesajla bölündü. Düşüncelerinden sıyrılıp etrafa bir göz attı. Her iki tarafı sık ağaçlar ve çalılarla dolu olan bu eski yol, biraz ilerde sağ doğru kıvrılıyordu. Coren, ötüşen kuşların ve etrafta uçuşmakta olan çeşit çeşit böceğin vızıltısının arasında, oduna çarpan baltanın sesini duymaya başladı. Orman her ne kadar her yerde aynı görünse de Coren, burada içini neşe ve hüzün karışımı bir duyguyla dolduran, tanıdık bir manzara gördü."Vardık bile dostum."
       
          Dönemeci geçtiklerinde köy artık açık bir şekilde görülebiliyordu. Coren ayrıldığından beri pek değişiklik olmadığı belliydi. Bazı binalar yenilenmiş, eskiden boş olan birkaç yere yeni evler yapılmıştı. Eskisinden farklı olarak köyde artık bir değirmen vardı. Evlerin arkasındaki açık alanda buğday yetiştiği belliydi. Kuzeydeki şehirlerin savaş yaralarını giderek sarması, burayı da yavaş yavaş geliştirecek gibi görünüyordu. Köy, kuzey ve güneyi birleştiren dağ geçitlerine giden yola yakın bir yerdeydi ve bazı büyük ticaret yolları da bu geçitlerde birleşiyordu. Coren, buranın birkaç yıl içinde bir kasaba olacağına emindi. Köye yaklaştıkça burnuna pişen ekmeklerin kokusu gelmeye başladı. Bazı evlerin bacalarından tüten duman ve bahçelerinden gelen sesler köye canlılık veriyordu. Artık köyün sınırlarından girmişti ve gözü köyün uzak bir köşesinde kalmış, terk edilmiş gibi duran, yıpranmış bir eve takıldı. İçindeki özlem duygusu bir anda yükselirken çocukluğunu hatırladı. Coren burnuna gelen ekmek kokuları yoğunlaşırken karnının ne kadar aç olduğunu farketti. Yarım gündür hiçbir şey yememişti. Diğer işlerini erteleyerek gözlerini tanıdık bir mekana doğru çevirdi. Cesaret sahibinin aklındakini sezdi ve onun yönlendirmesine gerek kalmadan kapısının üstünde üzerinde Uyuyan Köpek yazan  eski bir tabelanın bulunduğu binanın önüne gelip durdu. Coren tanıdık yüzler göreceği için mutluydu. Cesaretin üzerinden atlayıp, dostunu kendisiyle ilgilenmesi için özgür bırakarak hanın kapısından içeri girdi.

          Coren hana girdiğinde içerisi boş ve sessizdi. Bir an için hanın hala açılmamış olduğunu düşünse de bunun mümkün olmadığını biliyordu. Etrafa biraz daha bakındığında masaların tozlu ve sandalyelerin dağınık olduğunu farketti. Han kapalıydı ama bunun sadece bu güne özel olmadığı açıkça ortadaydı. Barın önüne doğru ilerlemeye başladığı sırada mutfaktan gelen bir ses duydu. Barın arkasından mutfağa açılan kapıya doğru ilerlerken seslendi " Kimse varmı?" Coren, barın önüne vardığı sırada mutfak kapısından bir adam çıktı. Daha ağzını açamadan adam " Han kapalı, kendine başka bir yer bul." diyerek pek de hoş olmayan bakışlarla gözlerini Coren' e dikti. Adamın buralı olmadığı belliydi ve Coren ilk anda adamın bir çapulcu olduğunu düşündü. Giysileri ve saçları pis ve bakımsızdı. Gözlerindeki kızarıklıklardan bir süredir uyumadığı belliydi. Coren, ellerini göğsüne götürüp, yolculuk esnasında fazla dikkat çekmemek için değiştirdiği, kendi mavi pelerininin yerinde duran,  koyu kahverengi pelerini tutan kopçayı açarak, pelerini sol omuzunun üzerine aldı. Böylece, zırhı ve kemerinin sağ tarafında asılı duran miğferi açığa çıkmıştı. Coren bunu gösteriş amaçlı değil, sadece kötü bir amaç taşımadığını belli etmek için yapmıştı. Adam, bunun üzerine Coren'i belli belirsiz bir süzdü ve verdiği tek tepki gözlerini hafifçe kısması oldu. Coren, bu bakıştan adamın Mabet' in şovalyelerinden pek hoşlanmadığını anladı. Coren de bu adamdan hoşlanmamıştı. "Belki de han el değiştirmiştir."  diye düşündü. " Buraya eskiden beri tanıdığım Rodrick' i görmeye geldim. Bana onu nerede bulabileceğimi söyler misin? Burası Eskiden Ona aitti. Hala buralarda olabileceğini düşünüyorum." Karşısındaki adam bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu "Rodrick öldü. Burası artık kızı Mira' ya ait. Sen Mabet' den geliyorsun. Yardımcı olabilirsin, beni takip et." Coren, Rodrick 'in öldüğünü öğrenmenin verdiği şaşkınlığı üzerinden atamadan, adam barın arkasından çıkıp üst kata giden merdivenlere doğru yürümeye başladı. Barın arkasından çıktığında, adamın belinden sarkan kılıç, yürüyüş şekli ve Mabet'den söz ederken ki yüz ifadesi Coren'in bu adam hakkında ciddi şüphelere düşmesine sebep oldu. Şu an  için bunları bir kenara bırakıp, üst kata doğru çıkmaya başlayan adamı takip etti.

          Coren, ona yol gösteren adamı takip edip hanın üst katına çıktı. Adam ona koridorun başındaki odayı göstererek konuştu. " Mira içeride. Yaralı ve bilinci kapalı. Onu ancak hayatta tutabildik ama bu çok uzun sürmeyecek. Bir şifacıya ihtiyacı var ve en yakındaki tapınak iki günlük mesafede. Bu haldeyken yola çıkamaz. Onu en azından yola çıkabilecek kadar iyileştirmen lazım." Coren afallamıştı. Rodrick'in ölümünün verdiği şaşkınlığı üzerinden atamadan, şimdi de Mira' nın yaralı olduğunu öğrenmişti. "Bana burada neler olduğunu anlatacak mısın?" Karşısındaki adam, sorunun üzerine biraz duraksadı. " Şu anda önemli olan kızın iyileşmesi. Sormak istediklerini iyileşince ona sorarsın." Coren bu adamdan hoşlanmamış olsa da, adam haklıydı. Kafasındaki soruları cevapsız bırakıp odaya girdi. Mira, odadaki tek yatağın üzerinde, anlında ıslatılmış bir bez ve üzeri örtülmüş şekilde yatıyordu. Coren içeri girince, yatağın başında oturmakta olan yaşlı bir kadın dönüp, soran gözlerle ona baktı. Coren'in arkasından biraz önce konuştuğu adamın sesi geldi " Sorun yok, o bir tapınakçı, yardım edebilir." Kadının üzgün yüzü bir an için aydınlandı ve kadın rahatlayarak iç geçirdi." Ah tanrılara şükür" Coren yatağa yaklaşırken, kadın da oturması için sandalyeden kalktı. Coren oturmadı. Yatağın etrafında dönerek yatmakta olan kızı inceledi. Kızın yüzünde morluklar vardı ve dudakları kötü bir şekilde patlamıştı.  Elini uzatıp ona dokunduğunda, kızın ateşler içinde yandığını farketti. Kadın da bu esnada Mira'nın üzerindeki örtüyü kaldırarak Coren'in yarayı görmesini sağladı. Kızın sol tarafında kavisli bir şekilde  göğüsünden aşağıya doğru inen ve kaburgaları sıyırıp karına inmeden biten bir yara vardı. Coren bakar bakmaz bunun bir kılıç yarası olduğunu anlamıştı. "Bu darbeyi vuran her kimse ya ilk defa kılıç sallamış ya da acelesi varmış." diye düşündü. Bir süre daha yarayı inceledikten sonra, hiç bir şey söylemeden kızın yanında diz çöktü. " Ah güzel Mira, yine başını belaya sokmayı başarmışsın." Ellerini kızın göğsüne bastırarak gözlerini kapattı ve dua etmeye başladı. Odadaki yaşlı kadın da gözleri yaşararak dua ederken, ikisi de diğer adamın odadan ayrıldığını farketmedi.
       
          Mira, ormanda elinden geldiğince sessizce ilerlemeye çalışıyordu. Her türlü problemin üstesinden tek başına gelebileceğine dair kendisine duyduğu güven yine ağır basmıştı. Kendisine yapılan tüm uyarılara rağmen, çalıların arasında gördüğü yaban domuzunu av arkadaşlarına haber vermeden, tek başına takip etmeye başlamıştı. Bir süre hayvanın çıkardığı sesleri ve ilerlerken bıraktığı izleri takip ederek ormanın içlerine doğru ilerledi. Artık hayvandan hiç bir iz yoktu. Mira hayal kırıklığına uğramıştı. Kendine olan güveni boşa çıkmıştı. Bu düşünce onu sinirlendirdi ve tekrar bir iz bulma umuduyla ormanda daha derinlere ilerlemeye başladı. Dalların arasından sızan güneş ışığı, ormanın bu kısmında gitgide azalarak ormana daha karanlık ve gizemli bir görüntü veriyordu. Yer yer duyulan  vahşi hayvanların ve Mira' nın duymaya alışık olmadığı kuşların sesi, kızın ürpermesine sebep oldu. Haddinden fazla derinlere indiğini farketmişti ve bir an içini bir korku kapladı. Olduğu yerde direk arkasını dönerek, geldiği yönden dönmek için ilerlemeye başladı. Kalbi artık daha hızlı atıyordu ve Mira attığı her adımda, bu kadar ilerlemiş olduğu için kendisine kızıyordu. Biraz önce olanca güveniyle av peşinde koşan kız, şimdi çalıların arasından duyduğu her bir sesle ürperiyor ve durup korkuyla etrafına bakarken dakikalar harcıyordu. Kendisini toparlamak için bir kaç dakika dinlendi ve bir kaç yudum su içti. Artık kesin bir şekilde kaybolduğunu biliyordu ama av arkadaşlarına seslenecek cesareti yoktu. Umutsuzca geldiği yön olduğunu düşündüğü tarafa doğru yürümeye devam etti. Bir kaç dakika ilerlemişti ki hemen yanından geçtiği çalıların içinden gelen homurtuyla vücudu kaskatı kesildi. Yavaşça dönüp bakmaya cesaret edebildiğinde çalıların arasından çıkmış bir domuz yavrusunun yerleri koklayarak etrafında gezinmekte olduğunu gördü. Mira rahat bir nefes aldı. Hayvan, ona zarar veremeyecek kadar küçüktü. Yavaşça sırtındaki yaya uzandı ve sadaktan bir ok çıkarıp yaya yerleştirdi. Etrafta dönüp duran hayvana nişan aldı ve vuracağından emin olunca oku bıraktı. Ok, yavru yaban domuzunun hemen yanında, dal parçaları ve yapraklarla dolu olan zemine çarpıp yerden sekerek, yaprakların arasında kayboldu. Korkan hayvan, çığlıklar atarak, çıktığı çalıların arasında kaybolduğunda, Mira sövdü. Bir an için hayvanın peşinden gidip gitmemekte kararsız kaldıktan sonra artık dönme zamanının geldiğine karar verdi. Aynı yönden ilerlemeye özen göstererek ilerlemeye başladığında, arkasından gelen böğürme sesiyle irkildi ve refleks olarak arkasına baktı. Şimdi karşısında duran oldukça büyük bir domuzdu ve Mira kanının çekildiğini hissetti. Otuz santimlik dişleriyle ona bakan hayvan, ön ayaklarıyla toprağı dövüyor ve saldırmaya hazırlanıyordu. Mira bir umutla tekrar yayını eline alıp hemen sadaktan bir ok çekti ve yaya yerleştirdi. Nişan almaya çalışırken hayvan da saldırıya geçti. Hayvanın attığı her adımda toprağın sarsıldığını hisseden Mira, öleceğini anlamıştı. Belki hayvanı vurabilirdi ama bu yay çocuklar için yapılmış, çoğunlukla kuşlar ve küçük hayvanlar üzerinde işe yarayan bir yaydı. Mira yapabileceği bir şey olmadığını biliyordu. Kaçma şansı yoktu ve bu hayvanı öldüremeyeceği de açıktı. Umutsuzca oku bıraktığında, hayvanda hızını almış ve darbeyi indirmek için kafasını iyice yere yaklaştırmıştı. Ok, hızla koşmakta olan hayvanın yüzünde patladığında hayvan sendeledi ve dengesini kaybetti ama yavaşlamadı. Aldığı hızla birlikte kızın bacaklarına saldırdı ve kafasını hızla yukarı kaldırarak onu birkaç metre ileriye fırlattı. Mira, yere çarptığında bütün kemikleri kırılmış gibi hissetti. Hayvan dengesizce saldırmış ve dişlerini kızın bacağına saplayarak onu havaya fırlatmıştı. Fırlamanın etkisiyle, bacağı baldırından kalçasına kadar derince yarıldı ve yaradan oluk oluk kan akıyordu. Mira, sonunun geldiğini biliyordu. Hayvan, etrafında bir tur dönüp tekrar saldırıya geçmişti. Yere çarpan toynakların sesini kafasının içinde hissediyordu. Görüşü bulanmıştı ve gitgide kararıyordu. Hayvanın yapacağı son saldırının kısa sürmesini ümit ederek, gözlerini kapattı. Artık etrafta başka sesler de duyuyordu. "Demek ölmek böyle bir hismiş." diye geçirdi içinden. Sesler gitgide netleşirken, üstünde durduğu toprağın kaydığını ve ters döndüğünü hissetti. Sanki bütün orman da, onunla birlikte yok oluyormuş gibi bir hisse kapıldı. Etrafı, gitgide beyaz bir ışıkla kaplanırken, ışığın içerisinde suretler görmeye başladı. Kendisi gitgide suretlerden uzaklaşırken arkasından güçlü ve devasa bir elin onu suretlere doğru ittiğini farketti. Artık orman yoktu. Etrafındaki her şey bembeyaz olduğunda kafasının içinde kendisine " Henüz değil kızım." diye seslenen ve içini huzurla dolduran bir kadın sesi duydu. Hissettiği acı yavaş yavaş azalmaya başladı. Etrafındaki ışık dalga dalga  dağılırken görüşü bir an için netleşti. Karşısında yerde uzanan ve vücudunu büyük bir mızrak saplanmış ölü bir domuz yatıyordu. Mira bir için korkuyu tekrar hissedip ürperdi. Işık tamamen dağıldığında görüş alanına genç bir yüz girdi. "Geçti artık Mira, seni eve götüreceğiz." Amber rengindeki gözler ona korku ve endişe içinde bakarken Mira karanlığa gömülmeden önce yüzünde yarım bir gülümsemeyle av arkadaşına seslendi " Coren, iyi ki geldin..."

          Yaşlı kadın gözlerindeki yaşlarla karşısında gerçekleşmekte olan mucizeyi izliyordu. Yetmiş yaşını devirmiş olmasına rağmen daha önce seçilmişlerden birini hiç bu kadar yakından görmemişti. Onu dua ederken incelediğinde ne kadar genç olduğunu fark edip şaşırdı. Daha otuzuna girmediğine emindi. Gözlerini kapatmış ve başını öne eğmiş dua ederken bir an için yaşlı kadına çok tanıdık göründü. Onu incelerken, söylediği her sözden sonra odadaki enerjinin giderek yükseldiğini farketti. Yaşlı kadının tüyleri diken diken olurken aynı zamanda içini dolduran huzur, yaşaran gözlerinin iyice dolmasına sebep oldu. Genç adamın elinden yavaş yavaş, maviye çalan beyaz bir ışık yayılmaya başladı. Kalp atışı gibi ritmik bir şekilde parlayan ışık, Genç adamın elinden Mira' nın içine doğru akıyordu. Geçen her saniye Mira'nın  yüzündeki yaraların eskiyerek kapanmaya başladığını gördü. Bazı küçük zedelenmeler şimdiden kaybolmuştu bile. Gözünü genç adama çevirdiğinde alnında biriken ter damlalarını ve dua ederken zorlanmaya başladığını farketti. Dua birkaç dakika daha devam etti ve sonunda ani bir şekilde sona erdi. Genç adam elini başına götürüp ovmaya başladığı esnada Mira da yavaşça gözlerini açtı.

          Gerard hanın mutfağında oturmuş doldurduğu birayı yudumluyordu. Son bir haftadır günün pek çok saatini içerek geçiriyordu. İçmediği zamanlarda ise handaki ufak tefek işlerle ilgilenip Mira' yı hayatta tutmaya çalışan yaşlı Margeret'e yardım ediyordu. Mira'nın durumu kötüydü. Sürekli ölüm ve yaşam arasında gidip geliyordu. Gerard'ın fırlattığı kılıcı yarayı açan adamın dengesini bozup darbeyi yavaşlatmıştı ama adamın darbeyi indirmesine engel olamamıştı. Gerard o geceyi her düşündüğünde kendisiyle ilgili şüphelere düşüyordu. Kılıcını fırlatmıştı. Rakibine "Gel ve beni öldür." demenin farklı bir yoluydu bu. Daha önce de ölmek istemişti ama eğer ölecekse bu kendi istediği bir zamanda ve kendi istediği şekilde olacaktı. "Eğer yapmasaydım kız şimdi ölmüş olacaktı." " Neden umursuyorsun? Senin yüzünden ölen ilk köy kızı o olmayacaktı. Bu insanlara ne borçlusun ki?"  Gerard kendi içinde bir ikileme düşmüştü. Mira'nın hala hayatta olmasından memnundu. Diğer taraftan onu kurtarmak için yaptığı aptalca hamleden ötürü kendisine kızıyordu." İşte bu yüzden insanlarla yakınlaşmamalısın. "Bunun başkalarıyla alakası yok, ben karar verdim , ben yaptım." " Kendini kandırıyorsun Gerard. Babasının ölmesine izin verdiğin gibi kızın gitmesine de izin verecektin. Zayıfsın. Her şey senin isteğinle olmuş gibi davranmayı bırak. Kaçmaya çalıştığın şey elbet seni bulacak. O zaman da  kendine bunu istemiş olduğunu mu söyleyeceksin?"  "Hiç bir şeyden kaçtığım yok. Ben neysem oyum. "Kimsin sen Gerard? İsmin bu mu? Kendi adını kendine söyleyecek cesaretin var mı? "  Gerard yarısı dolu olan bardağı bir seferde içerek tekrar doldurmak için ayağa kalktı. Mutfağın arkasındaki fıçılardan birasını doldurup geldiğinde mutfak kapısının önünde beklemekte olan tapınakçıyı gördü. "İçmek için erken bir saat."  Adam Gerard'ın elindeki bardağı işaret ederek içeri girip etrafa bir göz gezdirdikten sonra gördüğü tozlu bir tabureyi alarak Gerard'ın sandalyesinin karşısına koyup oturdu. Gerard da ona aldırış etmeden kendi sandalyesine oturup birasını yudumlamaya devam etti. Sonunda adamın bariz bir şekilde kendisini süzmesinden rahatsız oldu. "Neden kendine küçük bir oğlan bulup bu bakışları onun üstünde denemiyorsun. Senin için daha iyi olur. Hem sizin evlenmeniz yasak değil mi?" Adam  hakareti görmezden gelerek, yarım bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Buralardan değilsin. Neden burada olduğunu ve kim olduğunu anlamaya çalışıyorum. Ayrıca bil diye söylüyorum evlenmemiz yasak değil. Bu bizim tercihimiz. Şimdi bana neler olduğunu anlatacak mısın?"
"Tanrına sor." Gerard verdiği bu cevabın üstüne karşısındaki adamın gözlerinin hafifçe kısıldığını ve yüzünden anlık bir öfkenin geçtiğini gördü."Bakalım ne kadar sabırlı." diye geçirdi içinden. Oldu olası tapınakçıları sevmemişti. Onları buldukları her fırsatta ölmeye çalışan ve kendilerini ahlak bekçisi ilan etmiş saplantılı aptallar olarak görürdü. Kendilerini iyilik timsali olarak gören bu ahmaklar işler kendi istedikleri gibi gitmediğinde ise ortalığı birbirine katarlardı. Kendi kibirlerini sanki gururmuş gibi gösterip dünyadaki en erdemli insanlar olduklarına inanırlardı. Karşılarına çıkan her fırsatta ahlak, merhamet, fedakarlık, adalet gibi konularda nutuk çekmeye bayılan bu tipler, özellikle tanrıları söz konusu olduğunda kendilerine sunulan tüm farklı görüşleri küfür olarak adlandırır, kendi doğru bildiklerinden asla vazgeçmezlerdi. Şüphesiz ki birbirlerine olan bağlılıklarının ve cesaretlerinin bir benzeri yoktu. Tek başlarına bile güçlü savaşçılar olmakla birlikte bir araya geldiklerinde göz ardı edilemeyecek bir kuvvet doğardı. Gerard bu adamların savaştaki hünerlerine saygı duymakla birlikte sahip oldukları gereksiz derecede adalet duygusundan ötürü boş yere kendilerini öldürtmelerini her zaman komik bulmuştu. " Tanrım bu gün benimle yeterince ilgilendi. Artık sabrımı ölçmeyi bırak ve bana burada neler olduğunu anlat." Gerard karşısındaki adamın gizlemeye çalıştığı öfkesini farkedip keyiflendi. "Sana hiç bir şey anlatmak zorunda değilim. Eğer cevap istiyorsan Mira'nın iyileşmesini beklemek zorundasın. Şimdi beni rahat bırak." Gerard bardaktan büyük bir yudum alıp gözlerini karşısındaki adama dikti. Tapınakçı hiç bir şey söylemeden kalkıp mutfaktan çıktığında Gerard da tekrar düşüncelere daldı.

       
          Büyük Usta Aron masasında oturmuş gelen mesajları inceliyordu. Sadece bir masa ve sandalyenin bulunduğu odanın bir duvarı kitaplık için ayrılmış, diğer duvarları ise eski, ufak portrelerle süslenmişti. Masasının üzerinde her daim bulunan ve her gün yenilenen beyaz güllerle dolu bir kavanozun haricinde, günlük işlerini halletmek için kullandığı kalem, mürekkep ve mührünün bulunduğu bir takımı vardı. Büyük Usta son derece düzenli, disiplinli ve ayrıntılara özen gösteren bir yapıya sahipti. Adalet söz konusu olduğunda merhametin geçerliliğini yitirdiğini düşünürdü. Bu konuda pek çok kardeşiyle fikir ayrılığına düşmüş olsa da verdiği kararlar her zaman saygıyla karşılanmıştı. Kendisine ait tek zevki Mabet'in bahçesinde yetiştirdiği gülleriydi. Onlarla sanki çocuklarıymış gibi davranır ve boş zamanlarının çoğunu onlarla ilgilenerek geçirirdi. Özellikle karamsar bir ruh halindeyse kendisini toparlamak için sığındığı yer her zaman güllerinin yanı olmuştu. Bu yüzden çalışma odasında, yatağının başında ve pelerinin iç kısmında her zaman güllerinden biri mutlaka olurdu. Büyük Usta görevini devraldıktan sonra her sabah dua etmek için gittiği Mabet'in Kalbine dahi bir demet gül bırakırdı. Şu anda yine o karamsar ruh hallerinden birini yaşıyordu. Önünde çeşitli yerlerden gelen beş mesaj vardı. Dördünün içeriği aynıydı. Bu hafta birbirine yakın yerlerde ve farklı şekillerde dört kardeşini kaybetmişti. Bu alışıldık bir durum değildi. Büyük Usta üç kardeşinin naaşının alınması için başka kardeşlerini gönderecekti ama dördüncünün naaşı ortada yoktu. Zırhı paramparça olmuş bir şekilde bulunmuştu. Büyük Usta kardeşlerinin kolay öldürülebilir olmadığını biliyordu. Onlara saldırmak bile belirli bir cesaret isterdi. Üstelik bu kadar yakın bölgelerde ki dört kardeşinin birbirinden habersiz olması mümkün değildi. Bu sıradan haydutların işi olamazdı." Bir haftada dört çok fazla." Bunun sistematik bir saldırı olup olmadığını araştırması gerekecekti. Derin bir nefes alıp gözlerini masasının üstündeki güllere dikti. Bir süre durup düşündükten sonra diğerlerinden farklı bir mühür taşıyan beşinci mesajı açtı.

           Ustam ve kardeşim Brom, yavaş yavaş yolculuğumun sonlarına geldiğimi hissediyorum. Ben yolculuğumu bitirmeden bilmen gerektiğini düşündüğüm şeyler var. Şu an kuzey topraklarında, terk edilmiş bir manastırdayım. Buraya gelene kadar yaşadıklarımı özetlemem gerekirse sadece Annemizin beni kolladığını söyleyebilirim. Tahmin ediyorum ki bu topraklarda daha önce kimsenin inmediği kadar derinlere indim. Burada hala karanlığın izleri var. Elbette ki hepimiz bunu biliyoruz ve beni endişelendiren de bu değil. Karanlığın burada kalması hepimiz için daha iyi. Asıl endişelendiğim burada yaşanmış olabileceklere dair gördüğüm bazı izler. Şu anda bulunduğum manastırın dahi duvarlarında bana yabancı gelen, anlamaya çalıştığımda ise sadece beni iğrendiren ve aklıma, inancıma gölge düşüren, karanlık rünlerle çizilmiş büyüler var. Bunların her zaman burada olmuş olma ihtimali olduğu gibi, beni çok uzak olmayan zamanlarda çizilmiş olduklarını düşünmeye iten nedenler var. Bundan önceki birkaç terk edilmiş binada da gördüğüm bazı ayin kalıntılarına rastladım. Çürümüş cesetler ve yerleri karatan kan eskiydi ama aklımın bir köşesi bana sürekli burada yanlış olan bir şeyler olduğunu söyleyip duruyor. Şimdi ayrılmalı..... 

                                                                          

 Tekrar yazma fırsatı buldum ama uzun sürmeyecek. Aklımdaki bu bulanıklığı bir türlü söküp atamıyorum. Rüyalarım git gide karanlıklaşmaya başladı ve artık hiç uyumuyorum. Bir şey var, sanki beni sürekli olduğum kişi olmaktan alı koymaya çalışıyor. Belki de bunların hepsi korkmadığımızı söylediğimiz ölüme yaklaşmış bir adamın sözleridir. Belki de hakkında hiç bir şey bilmediğimiz ölüm bizi alırken, hepimiz aynı duygulara kapılıyoruz. Benim cevabı öğrenmem uzun sürmeyecek kardeşim. Bu mektubun sana nasıl ulaşacağını bilmiyorum. Ben bunları yazarken bile etrafımdaki karanlığın hareketlendiğini hissedebiliyorum. Benim için geliyor ve artık mücadele edecek gücüm yok. Mektubumu bitirip dua edeceğim ve Annemize son kez yalvaracağım. Artık beni almaya gelecek olanın ışık olmadığını biliyorum. Ona sadece sesimi ulaştırabilirim. Cesedim bu karanlığın içinde çürüyüp gidecek. İnancımı kaybettiğimi düşünebilirsin kardeşim. Biliyorum ölüm hepimizi alır. Bizler sadece ışığın içindeki silüetlerdik. Burada hiç ışık yok kardeşim. Sadece karanlık var ve git gide büyüyor....

          Büyük Usta Aron mektubu okumayı bitirdiğinde dehşete kapılmıştı. Mektubu masanın üzerine bırakıp   zarfın üzerindeki mühre tekrar baktı. Mührü şimdi tanımıştı. Mektup, Ulfric' den önceki Büyük Usta Brom için, yine ondan önce Büyük Usta olan Martin ZırhBüken tarafından yazılmıştı. Büyük Usta Aron mektubun en az on yıl önce yazılmış olduğunu biliyordu. " Neden ve nasıl şimdi elimize geçiyor?" diye düşündü. Hızlı adımlarla odasından çıktı ve kapının önünde nöbet tutan  Mabet muhafızlarından birine " Tapınaktaki Yüksek Rahip'e onu görmek istediğimi söyle. Sonra da Rahip Roni' yi bul, ona dışarıda olan tüm kardeşlerime en kısa zamanda Mabet' de toplanmaları için haber yollamasını ve şu anda Mabet'de olan kardeşlerimden hiçbirinin ayrılmamasını istediğimi ilet." Muhafız başıyla selam verdikten sonra koridor boyunca koşmaya başladı.  Büyük Usta diğer muhafıza dönerek " Bu mesajları getiren habercileri bul ve onları buraya getir." dedikten sonra bu muhafız da selam verip ayrıldı. Aron Çeliğinİradesi tekrar odasına girdiğinde gergindi. Kitaplığa yönelip eski haritaları içeren bir kitapla birlikte masasına oturdu. Kuzeyde yapılan manastırları ve bulundukları yerleri araştırırken aklına takılan bir ayrıntı onu daha da endişelendirdi. Bir kardeşleri çözülmüştü. Martin'i tanırdı. Ona "ZırhBüken" denilmesinin bir sebebi vardı. Tıpkı kendisine "Çeliğinİradesi" denilmesi gibi. Martin korkacak bir insan değildi.  Ne var ki, mektup açık bir şekilde kardeşinin korktuğunu, hatta inancını kaybettiğini gösteriyordu. Büyük Usta Aron gözlerini kapatıp bu düşünceleri zihninden uzaklaştırdı. Dikkatini tekrar önündeki kitaba vermeden önce kısa bir an iç geçirdi " Ulfric, kardeşim. Umarım iyisindir." 



6 Kasım 2012 Salı

3. BÖLÜM: AY IŞIĞI




                Tanrım. Mehtabım. Geceyi adınlatan ve bize ışık veren, Annemiz  Yüce Luna. Bizler hayatlarımzı sana adadık.Şan için değil, şeref için değil. Sadece ışığının aydınlattığı yolu izledik. Işığına layık olmak için çabaladık. Canlar verdik, canlar aldık. Işığın üstümüzden çekildi, karanlıkta kaldık. Seni aradık, sana yalvardık. Seni ararken yitip gidenleri arkamızda bıraktık, ama hiç birini unutmadık. Hepsi sana döndüler ve her zaman onlara imrendik. Şimdi gerçeği görüyoruz. Senin  bir zamanlar hepimiz içinde taşıdığın gibi, biz de seni içimizde taşıyoruz. Bu gün burada olan herkes içinde senin bir parçanla buraya kadar gelmiş, yolumuz ne kadar karanlık da olsa içlerindeki ışığı korumuş olanlardır. Bu gece son kez at süreceğiz, şan için değil, şeref için değil. Bu gün içimizdeki ışığı serbest bırakacağız ve sana döneceğiz. Atlarımızı sürmeye başladığımız zaman karanlık yarılacak, bizi karanlığa mahkum edenler ışığının kudretiyle bu dünyadan sürülecek. Bizler artık sadece birer silüetiz, bu gece silinip gideceğiz ama senin ışığın gökyüzünde tekrar yükselecek. Bizler seçimimizi yaptık, kendimizden feragat ettik. Tıpkı bize öğrettiğin gibi kendimiz için değil herkes için savaştık. Bu gece son kez at süreceğiz ve adını göklere haykıracağız, sana doğru dörtnala koşacağız ve karanlık yarılacak, karşımızdaki sisten duvarı ışığınla yıkacağız ve bizden geriye son kalan da kılıcını karanlığın kalbine sapladığı zaman hepimiz özgür kalacağız. Bizler, bu gece son kez at süreceğiz, şan için için değil, şeref için değil, yalnızca geride kalanlar için....

          Dua edebilecekleri bir manastırları yoktu, hatta yakacak bir mumları bile. Sadece yer yer yanan toprak geceyi biraz aydınlatıyordu. Gökyüzünde bir ay yoktu. Lord Mosiah ve onun sadık yüz şovalyesi buldukları bu açıklıkta kazandıkları kısacık süreyi dua etmek için kullandılar.İnsan, elf, cüce hatta minotaurların* içinde bulunduğu koca bir ordudan geriye kalanlar işte sadece bu kadardı. Bunlar hayatta kalabilmiş olanlar değil inancını hayatta tutabilmiş olanlardı. Evet ben de onlardan biriyim, ama bana verilmiş olan görevden ötürü onlarla olan yolculuğum burada son buluyor. Artık onlarla vedalaşmalıyım. Bundan sonraki görevim -eğer başarabilirsem- geri dönüp karanlığın kalbinde ne olduğunu geride kalanlara anlatmak.
           Lordumla  ve şovalyelerle vedalaştım. Onlar yüzlerindeki kararlılık ve içlerindeki inançla atlarını  mahmuzlarken arkalarından bir süre onları izledim ve onlara özendim. Şimdi orada onlarla beraber ölmeyi burada bu karanlığın içinde olmaya yeğlerdim. Artık ayrılmalıyım. Burada yeterince vakit kaybettim. Bulduğum ilk fırsatta -eğer hayatta kalırsam- yazmaya devam edeceğim.
           
          Coren kitabı kapattı. Efsanevi Mosiah IşıkGetiren'in(Bu isim kendisine sonradan verilmişti) kendisini karanlığın en kuytu köşesine kadar takip etmiş olan silahtarı Gaff'a ait olan bu notları daha önce pek çok kez okumuştu. Yazının devamının gelmeyeceğini biliyordu. Elindeki kitap çağlar öncesinde yaşanan olaylara dair tek somut kanıt olan ve Yüksek Meclis tarafından özenle muhafaza edilen bu notlardan yola çıkarak, ortaya neler yaşanmış olabileceğiyle ilgili teoriler sunan bir büyücüye aitti. Kitabı  yatağının yanında duran komidinin üzerine bıraktı. Yarın önemli bir gündü ve dinlenmesi gerektiği halde gecenin yarısını kitapları inceleyerek geçirmişti. Neredeyse tükenmek üzere olan mumları söndürdü. Odadaki tüm ışık kaybolup oda karanlığa gömüldüğünde, pencereden içeriye  süzülen ay ışığı Coren'in içini huzurla doldurdu. Bir kaç dakika içinde derin bir uykuya dalmıştı.

          Sabah uyandığında kendini oldukça iyi hissediyordu. Yatağında doğruldu ve pencereden gökyüzüne baktı. Yağmur zamanı  değildi ama son zamanlarda doğa tanrısı Deyrin insanlara sürpriz yapmaktan hoşlanıyordu. Bu gün bir sürpriz olmaması güzeldi. Hava açık ve güneşliydi. Yatağından çıkıp odasındaki banyoya girdi. Duş bölümüne gidip üzerindeki elbiseleri çıkarttı. Duvara monte edilmiş olan çeşmeyi çevirdiğinde başından aşağıya dökülmeye başlayan suyla rahatladı. Su, güneşin etkisiyle hafif ılımış olsa da onu kendine getirmeye yetecek kadar soğuktu. Birkaç dakika suyun altında bekledikten sonra çeşmeyi kapattı ve suyun akışı kesildi." Ah, bunu gerçekten özleyeceğim." diye geçirdi içinden. Duştan çıktıktan sonra giyinmeye başladı. Elbiselerini giydikten sonra sıra zırhına gelmişti. Zırhını tamamen giymesi biraz vaktini aldı. Zırhı oldukça görkemliydi. Eldivenleri bile demirden yapılmış olan bu zırhın eklem yerlerini korumak için özel yapım deriler kullanılmıştı. Elbette zırh kendisine ait değildi. Onun ve kardeşlerinin kullandığı her şey gibi bu da Mabet'e aitti. Coren sadece onu üstünde taşımaya layık görülmüştü. Zırhını giydikten sonra sıra pelerine geldi. Gök mavisi rengindeki pelerini şovalye olduğu zaman ona isimsiz bir tebrik mesajıyla birlikte hediye edilmişti. Pelerin kullanmaya alışık olduğu için onu kolayca sırtına alıp göğüs zırhının önünde bağladı.  Mabet'e teslim etmek üzere tam yatağının karşısında duran aynalı komidinin üzerindeki kılıcı aldı, ama kemerine bağlamadı. Kılıç ona babasından kalmıştı ve ondan ayrılacağı için üzülse de bu bir gereklilikti. Komidinin önünde dururken bir an için aynadaki yansımasına baktı. Siyah saçları kısa kesilmiş ve yüzü traşlıydı. Yüzünün tüm hatları birbiriyle orantılı ve düzgün şekillenmiş, amber rengindeki gözleri biraz çekik ama yüzünün geri kalanıyla uyumluydu. Aynanın karşısında zırhını incelediğinde tam göğüs kısmına işlenmiş hilali ve hilalin içinde atıyla şahlanmış olan şovalye figürünün zırhı üzerine giydiğinde çok daha güzel göründüğüne karar verdi. Boyu 185 cm civarında olan Coren doksan kilonun biraz üstündeydi ve bu zırh onu olduğundan daha iri gösteriyordu. Zırh ağırdı ama o asıl ağırlığın zırhı taşıma sorumluluğu olduğunu biliyordu. "Eğer taşıyamayacak olsan seçilmezdin." demişlerdi ona. "Zaten bu zamana kadar üstünde olmasa da içinde bu zırhı taşıyordun, bizi biz yapanın sadece içimizdekiler olduğunu unutma! Bu sadece metal, içindeki inancı kaybedersen sen de sadece et ve kemik olursun!" bu sözler zırhı ona teslim eden Büyük Usta Ulfric' e aitti. Büyük Usta' yı düşündüğünde artık odasından çıkma zamanının geldiğini farketti. Zırhının son parçası olan ve ön tarafında açılıp kapanabilen bir siperliği, üstünde ise yarım santimlik bir demirin üzerine oturtulmuş bir hilalin olduğu miğferini kolunun altına alıp odasından çıktı.

          Koridor genişti. Parlak duvarlar yer yer tabandan tavana kadar gelen büyük goblenlerle kaplanmıştı. Her bir goblen geçmişte yaşanmış bir anı simgeliyordu. Coren uzun koridorda ilerledi ve ana koridordan ayrılan daha küçük ve sade bir koridora açılan bir kapıdan girdi. Biraz ilerisindeki kapıyı çaldı ve içeriden gelen onayın ardından kapıyı açtı. Üzerinde koyu kahverengi cübbesi  ve kel kafasıyla Rahip Roni, üzeri rulo yapılmış kağıtlar, kalem, mürekkep ve çeşitli mühürlerle dolu olan dağınık bir masanın arkasında oturmuş kendisine bakıyordu. Karga gibi öne doğru eğimli ince, uzun bir burnu vardı ve bu yüzden pek çok takma adı olan bir adamdı. Kafası ve yüzü sürekli traşlı olan bu adam kendisiyle barışık bir adamdı ve ne zaman birileri onun için daha yaratıcı bir isim bulsa, kendisi de tıpkı diğerleri gibi bunu komik bulurdu. Coren  içeriye girdiğinde odanın geri kalanının da tıpkı masanın üzerindeki gibi rulo kağıtlarla doldurulmuş raflarla çevrili olduğunu gördü. Masanın önüne gidip durduğunda rahip gülümseyerek onu süzüyordu." Hoş geldin evlat, tahminimce elindeki kılıcı envantere kayıt ettireceksin." dedi başıyla Coren'in elinde tuttuğu kılıcı işaret ederek. Coren "Evet rahip, kılıcı teslim edip salondaki yerimi almaya gideceğim. Eğer ayrılmadan önce fırsatım olursa size tekrar uğramaya çalışacağım." dedi ve kılıcı masanın üzerinde hiç bir şeye zarar vermeden koyabileceği bir yer aradı. Rahip "Bana ver evlat." diyerek elini uzattı ve kılıcı Coren'den aldı. "Bunun için zahmete girme, birazdan yola çıkacağım, halletmem gerek işlerim var. Seninle daha sonra görüşürüz. Şimdi gidebilirsin, geri kalanını ben hallederim." Coren başıyla onayladı ve arkasını dönüp odadan çıktı. Tekrar büyük koridora yöneldi. Sıra sıra dizilmiş kapı ve yol ayrımlarından hiç birine sapmadan koridor boyunca ilerledi. Sonun da karşısında tavana kadar yükselen büyük bir kapı bulduğunda varmak istediği yere varmıştı. Kapı açıktı ve girişinde beyaz-altın renklerde zırhlara bürünmüş ellerinde iki buçuk metrelik mızraklar taşıyan iki muhafız vardı. Muhafızlar onu görünce başlarıyla selam verdikten sonra kimin daha iyi heykel taklidi yapabileceği konusundaki yarışlarına geri döndüler. Coren bu sembolik muhafızları asla anlamamıştı. Burası Mabet'in kalbiydi buraya gelen herkes zaten uyması gereken kuralları bilirdi. Ama bu nereden geldiği belli olmayan bir gelenekti ve hep böyle olmuştu. Coren selama başıyla karşılık verip içeri girdi.

          Burası devasa bir salon, aynı zamanda da bir anıt mezardı. Coren'in önünde elli metreden daha uzun, tamamı parlak beyaz mermerle kaplanmış bir koridor vardı. Koridorun her iki tarafında da yol boyunca karşılıklı dizilmiş toplamda yüz lahit vardı. Lahitlerin önlerine ise sağ elleri ucunu yere dayadıkları kılıçların kabzalarını tutan, sol ellerini ise göğüslerine bastırmış yere bakar şekilde sol dizlerinin üzerine çömelmiş sovalye heykelleri yerleştirilmişti. Coren koridorda ilerlemeye devam ederken içinin ürperdiğini hissetti. Lahitlerin boş olduğunu biliyordu ama yine de burası kutsal bir mekandı ve salondaki duygunun yoğunluğu insanın içine işliyordu.  Heykelleri geçip büyük bir açıklığa ulaştı. Burası daire şeklinde düzenlenmiş geniş bir alandı ve dairenin de her iki tarafına yan yana dizilmiş, birbirinin simetriği olan, toplamda yüz mermer  kürsü yerleştirilmişti. Coren'in tam karşısında ise altında yine mermerden yapılmış tek bir kürsü duran devasa bir heykel vardı. Şahlanmış bir atın üstünde kılıcını gökyüzüne doğrultmuş olan şovalye heykeli, sanki her an canlanıp atını Coren'in üstüne sürecekmiş gibi bir izlenim veriyordu. Coren neredeyse Mosiah IşıkGetiren'i tasvir eden bu heykelin gerçekten onun ruhunu içinde taşıdığını düşünecekti. Hayran olmuş bir şekilde başını yukarı kaldırarak heykelin elindeki kılıcı takip ettiğinde, tamamen siyaha boyanmış ve insana zifiri karanlıkta kalmış hissi veren tavanın ortasına, yuvarlak açıklığın üç tarafından yükselen kemerlerle bağlanmış ve büyülü bir ışıkla parlayan dolunayı gördü. Bu büyük salonda hiç pencere yoktu ve burayı aydınlatan ateşin ışığı da değildi. Coren büyülenmiş bir şekilde salonun geri kalanını incelerken arkasından gelen seslerden zamanın geldiğini anladı.

           Büyük Usta Ulfric sağ ve sol yanında iki Yüksek Rahiple birlikte salondan içeri girdi. Arkasından gelen yüz kadar şovalye üstlerinde Coren'in zırhının eşi olan zırhlarla onları takip ediyordu. Büyük Usta ve Yüksek Rahipler Coren'i geçip heykelin altındaki kürsüye ilerledi ve şovalyeler de çemberin etrafındaki yerlerini almaya başladılar. Büyük Usta heykelin  ayak ucuna yerleştirilmiş tek kürsüde yerini aldığında yanındaki Yüksek Rahipler de sağ ve sol yanında durdular. Bütün formalitelere rağmen Coren törenin düşündüğü kadar resmi olmadığını farketti. Şu anda iki Yüksek Rahip hariç kardeşlerinin arasındaydı ve onların arasında rütbe farkı yoktu. Hepsi birbirine eşit ve sevgi besleyen kardeşlerdi. Başı öne eğilmiş şekilde çemberin tam ortasında yerini almış olan Coren istemsizce gülümsedi. Başını kaldırıp baktığında Büyük Usta'nın da ona bakarak gülümsemekte olduğunu gördü. Büyük Usta konuşmaya başladığında salondaki bütün kıpırtılar durmuş, tüm sesler kesilmişti."Kardeşlerim, bu gün beş yıldır gönüllü olarak üstlendiğim görevdeki son gün ve son görev olarak aramıza yeni katılan kardeşimizi onurlandırmak ve aranızdan bir gönüllünün yerimi alması için hepinizi burada topladım. Adet olduğu üzere kılıcımı yerime gelene teslim edip sürgüne gideceğim ve ölüm beni alana kadar geri dönmeyeceğim." Büyük Usta formalitelerden sıkıldığını belli ederek elini salladı. "Lord Aron benden sonraki en yaşlı kardeşim olarak bu görevi üstlenmeye gönlünüz var mı?" Aslında Büyük Usta' nın kimin gönüllü olduğunu sorması ve orada bulunan şovalyelerin hepsinin gönüllü olmasının ardından adet olarak en yaşlının görevi devralması gerekirdi ama Büyük Usta Ulfric bu formaliteyi es geçmişti. Yanında duran Yüksek Rahipler durumdan rahatsızsa da artık Ulfric'in samimi ve rahat tavırlarına alışmışlardı. Hem burası her ne kadar tanrılarına ait bir tapınak olsa da aynı zamanda seçilmişlerin evi ve en kutsal mekanlarıydı. Kardeşler kendi evlerinde araya girilmesinden hoşlanmazlardı.
Beklendiği gibi "Gönüllüyüm Büyük Usta." diye geldi cevap. Lord Aron Her zaman kurallara sıkı sıkıya bağlı çevresine karşı daha ölçülü ve daha sert bir yapıya sahipti. 48 yaşında olan Ulfric'den sadece iki yaş küçüktü ve ikisi beraber pek çok dövüşe katılmışlardı. Büyük Usta Ulfric'in içi rahattı. Bundan sonraki beş yıl boyunca Lord Aron Mabet'den ayrılmayacak ve zamanı dolduğunda o da kendisi gibi kılıcını aralarına yeni katılan kardeşine teslim edip sürgüne gidecekti. Bu Büyük Ustalar'ın ödemesi gereken bir bedeldi ama onlar bunu bir bedel olarak değil, büyük bir onur olarak görürlerdi." Pekala, Coren Dun-Cassius gel ve hakkın olanı al." dedi ve kılıcını belinden çıkarıp avuçlarının üzerinde ileriye uzattı. Coren Büyük Ustaya doğru ilerlerken " Gerçekten formaliteleri hiç umursamıyor." diye geçirdi içinden. Büyük Usta saatler sürmesi gereken töreni sanki bir an önce bitirmeye çalışıyormuş gibi görünüyordu.  Coren bir an sonra bu düşünceyi aklından uzaklaştırdı ve bir şey olmamış gibi yürümeye devam etti. Kılıcı almadan önce, "Ustam ve kardeşim, kılıcınızı almak içimi neşe ve huzurla doldurduğu kadar bana acı ve hüzün veriyor. Gittiğiniz yol ne kadar uzak olursa olsun umutlarım ve dualarım sizinle olacak." dedi ve elini uzatıp kılıcı Büyük Usta'nın elinden aldı. Kılıcın neredeyse ağırlığı yoktu ve Coren onu eline alır almaz sanki kılıcın kendisi için dövülmüş olduğunu düşündü. Kılıcın kabzasından yayılan enerji içini huzurla dolduruyor ve kanını kaynatıyordu.Neredeyse bir buçuk metre uzunluğunda olan bu kılıç sanki kınından ilk defa çıkmış gibi temiz ve parlaktı. Kabzasından sivri ucuna kadar çeşitli rünler ve desenler işlenmişti.  Kabzanın altına da kardeşlerin sembolü olan bir hilal oturtulmuştu. Coren kendisiyle gerçekten gurur duyuyordu. İlk defa Büyük Ustayla karşılaştığı günü hatırladı. O zamanlar bir çocuktu. Babasını kaybetmiş yaralı ve yalnız başınaydı. Büyük Usta onu iyileştirmiş ve kimsesi olmadığını anladığında onu küçük bir manastıra bırakmıştı. Coren daha sonra Büyük Usta'dan aldığı bir mektubun  üstüne Mabet' e gelmiş, burada aldığı eğitimlerden sonra yolunun rahiplik olmadığı anlaşılmış ve Mabet'in şovalyelerinden biri  olmuştu. Bir önceki ay ise Büyük Usta onu çağırmış ve sürgüne gitmeden önce kılıcı vereceği kişinin kendisi olduğunu söylemişti. Coren'in düşünceleri Lord Ulfric'in sesiyle bölündü " Evlat, kılıç artık senin onu istediğin zaman inceleyebilirsin." Bunun üzerine salonda ufak gülüşmeler duyuldu ve  Büyük Usta Aron eski dostu Lord Ulfric'i uğurlamak ve dua ederek töreni kapatmak için çemberin merkezine yürüyüp ellerini havaya kaldırdı. Üstlerinde asılı duran dolunay şimdi daha parlak bir hal alarak çocuklarını izlemekte olan Luna'nın gözlerinin onların üzerinde ve hoşnut olduğunu ifade ediyordu. Büyük Usta Aron duasına başlamıştı ve onun sesi yükselmeye devam ettikçe ayın parlaklığı da giderek artıyordu. Yüksek Rahipler diz çöküp ellerini havaya kaldırırken, kardeşler kılıçlarını çekmiş, kürsülerin önünde sağ elleri ucunu yere dayadıkları kılıçların kabzalarını tutan, sol elleri ise sol dizlerinin üzerinde yere bakar şekilde bir dizlerinin üzerine çömelmiş, duaya eşlik ediyorlardı. Üstlerindeki Ay'ın ışığı gitgide artarken salon tamamen beyazlara bürünmüştü ve tanrıları, çocuklarının bu coşkusuna ortak olurken salon bir anda karanlığa gömüldü.                                                                                 

          Kardeşlerinden kilometrelerce uzakta Lord Brom elleri ve ağzı siyah, sise benzeyen büyülü bir bağ ile bağlanmış önündeki manzarayı inceliyordu. Tamamen siyah cübbelere bürünmüş olan büyücü eski bir sunağın önünde biraz önce  Lord Brom'un gözleri önünde boğazını kestiği kızın kanıyla ne olduğunu bilmek istemeyeceği başka şeyleri karıştırarak bir büyü hazırlıyordu. Sunağın arkasında on metre çapında bir geçit vardı ve büyücünün amacının bu geçiti açmak olduğunu biliyordu. Neredeyse üç yıldır tüm duvarları Lord Brom'a yabancı gelen rünler ve büyülerle kaplı bu eski kalenin mahzeninde bu büyücünün tutsağıydı. Büyücü onun iyi niyetini  kullanarak ona bir tuzak kurmuş ve onu esir etmişti. Pek çok işkenceye katlanmış, dayanılmaz acılara maruz kalmıştı ama canını en çok  yakan bedensel değil ruhsal işkencelerdi. Önündeki adam işini bitirdiğinde kendisine dönüp konuştu." Senden kişisel olarak nefret etmediğimi biliyorsun değil mi? Bu sadece bir inanç meselesi. Sen onurlu bir adamsın, neredeyse seni öldürmek zorunda olduğuma üzüleceğim." bir süre durup düşündükten sonra yüzünde alaycı bir gülümsemeyle devam etti "Evet fazla abarttım. Yine de sana karşı kin beslemediğim doğru. Bu, avcının geyiğe kin beslemesine benzerdi değil mi? Hayır benim sadece sana ihtiyacım var o kadar. Aramızdaki ilişki asla daha fazlası olmadı.Ne? Konuşmak mı istiyorsun? Pekala benim için sakıncası yok, hatta belki dua etmene bile izin veririm." alaycı bir şekilde gülerken elini ufak bir hareketiyle Lord Brom'un dudaklarında fokurdayan siyah duman kayboldu." İnançtan bahsetmeye nasıl cürret edesin, hain!" diye haykırdı Lord Brom."İşte şimdi kalbimi kırdın." dedi büyücü ve devam etti " Sen tapındığın zaman inanç ama ben tapındığım zaman hain mi oluyorum? Tanrının benimkinden üstün olduğunu mu sanıyorsun. Senin tanrın korkak. Şu haline bir bak, göklerde parlayan o büyük Ay şimdi nerede? Seni yüz üstü bıraktı çünkü benim tanrımla yüzleşecek gücü yok. O kadar korkak ki kendi seçilmişlerine bile güç vermekten korkuyor. Bu kadar zamandır her gece tanrına yalvardın ve aldığın tek cevap sadece sessizlik. Benim tanrımın bana verdiği güç eşsiz çünkü o korkak değil. Benim ta..." Bu sefer Lord Brom gülmeye başladı ve büyücü onun bu neşesi karşısında şaşırarak sözünü yarım bıraktı. "Senin tapındığın şey bir tanrı bile değil, aciz ve düşmanlarıyla yüzleşmekten korktuğu için kendi işini kuklalarına yaptıran kan emici bir iblis. Bu dünyadan kovuldu ve bir daha geri gelemeyecek. Kardeşlerim er geç buradaki deliliğin farkına varacak ve o gün atlarını buraya sürecekler. Sen de seni kendi tanrından kurtarması için benim tanrıma yalvaracaksın."  Büyücü bu sözler karşısında öfkelenmişti. "Tanrının gücü buraya girip seni kurtarmaya dahi yetmezken kurduğun bu cümleler gerçekten komik. Kardeşlerin şu anda aralarına yeni katılan bir aptal için tören yapıp ilahiler söylemekle meşguller ve tanrın da onlara alkış tutup titrek ışığıyla salonlarını aydınlatıyor. Hepsi seni çoktan unuttular. Seninle daha uzun konuşmak isterdim ama artık enerjimi önümdeki büyüye vermeliyim." büyücü eliyle yaptığı bir hareketin ardından eski Büyük Usta Lord Brom'u tekrar sessizliğe mahkum etti. Sunağın önüne geçip hazırladığı karışımı içtikten sonra ağzından Lord Brom'u dehşete sokan sözler dökülmeye başladı. Zaten karanlık olan mahzen iyice karanlıklaştı ve ayaklarının altındaki taşlar sarsılmaya başladığında sunağın arkasındaki geçidin ortasında yavaş yavaş siyah bir nokta belirdi. Sarsıntılar gitgide artarken siyah nokta da her saniye daha da büyüyordu. Lord Brom ne kadar anlamsız olduğunu bilse de tanrısına yalvarmaktan vazgeçmemişti. Elbette kendi canı için yalvarmıyordu. Kardeşlerinin burada ne olduğunu bilmeleri gerekiyordu ve Lord Brom bu konuda başarısız olmuştu. Büyücü kalenin duvarlarına işlenen rünlerle onun tanrısıyla olan iletişimini kesmiş ve onu tanrısının gözlerinden gizlemişti. Yer sarsılmaya devam ederken büyücünün sesi artık haykırıyormuş ve sözcükler ağzından zorla alınıyormuş gibi çıkıyordu. Geçidin tamamen açılmasına çok az bir zaman kalmıştı. Lord Brom çaresizce gözlerini tavana dikti ve içinden tanrısına haykırmaya devam etti. Büyücü aniden büyüsünü bitirdi ve geçit artık tamamen açıktı. Büyücü yorgun görünüyordu, enerjisinin çoğunu yaptığı büyüye harcamıştı yine de kibirinden hiçbir şey kaybetmemiş bir şekilde  Lord Brom'a baktı ve konuştu "Efendimin ilk hizmetkarı geldiğinde karnı aç olacak Büyük Usta ve sen onun için iyi bir hediyesin." elinin bir hareketiyle Lord Brom'u tüm bağlarından serbest bıraktı. Eski Büyük Usta serbest kaldığını anladığı anda tam da büyücünün istediği gibi onun üstüne atıldı ve büyücünün ellerinden çıkan bir enerji topu Lord Brom'un göğsünde patlayarak mahzenin bir kez daha sarsılmasına sebep oldu. Lord Brom mahzenin diğer ucuna fırladı ve sert bir şekilde duvara çarparak yere yığıldı.  "Seni şimdi öldürmek zorunda bırakma beni." diye geldi büyücünün sesi. Eski Büyük Usta kemikleri kırık bir halde yerde uzanıyordu. Geçide doğru baktığında siyah bir sisin içeri doğru süzülmekte olduğunu gördü. Ciğerine batan kırık kaburgaları onu yavaş yavaş kendi kanında boğarken elini göğsüne koymayı başardı ve bir anda elinin üstünde parlamakta olan ışığı farketti. Kafasını yukarı kaldırıp baktığında tavanı tutan kirişlerden birinin arasından süzülen ışığı gördü. Kirişler sarsıntıda zarar görmüş ve büyücünün yaptığı büyünün de baskısıyla çökmeye başlamıştı. Mahzenin duvarlarında açılan bu boşluk duvarlara çizilmiş olan rünlerin ve koruyucu büyülerin de bütünlüğünü bozmuş, Lord Brom'a beklediği fırsatı vermişti. Eski Büyük Usta Kafasını büyücüye çevirdiğinde bir an için göz göze geldiler. Büyücü ortada ters giden bir şeylerin olduğunu anladığında artık çok geçti. Eski Büyük Usta gözlerini kapattı ve tanrısına seslendi        " Tanrım, Mehtabım..."  
Luna' ın öfkesi odanın içinde cehennem gibi patladı. Yıllardır çocuğunu arayan Anne O'nu yıllardır alıkoyan ve eziyet eden kötülüğün üstüne o kadar şiddetli saldırmıştı ki zaten zarar görmüş olan bu eski kale saniyeler içinde yerle bir oldu. Lord Brom'un son gördüğü büyücünün bir büyü yapmaya çalıştığı, arkasındaki geçidin ve geçitten geçmeye çalışanın ise ışığın içinde alev aldığıydı. Büyücünün kurtulup kurtulmadığını bilmiyordu. O artık ışığa karışmıştı ve Annesi onu almaya geldiğinde tüm kardeşlerinin içlerindeki inancı koruyabilmeleri için son kez dua etti.
*Minotaur: Yarı insan yarı öküz görünümünde, 60 cm ye kadar boynuzları olan savaşçı bir ırk.

6 Ekim 2012 Cumartesi

2. BÖLÜM: ESKİ BİR DOST


   Mira oldukça neşeliydi. Köyden çıkana kadar herkese neşeli gülücükler saçarak ve el sallayarak ilerledi. Burası gelip geçenin çok olduğu küçük bir köydü. Köy halkı ilk zamanlar Gerard’a şüpheyle yaklaşmıştı  ancak zamanla onu kabullenmişlerdi. Gerard'ın sessiz duruşu ve yaptığı her işte kendinden emin tavırları köy halkında onun savaşta krallığa hizmet etmiş bir asker olduğu inancını doğurmuştu.  Aralarında iyi dövüşmeyi bilen birinin olduğu düşüncesiyle kendilerini daha güvende hissediyorlardı. Elbette kimse bu konuda onunla konuşmamış, sadece yapılması gereken işler olduğunda az bir ücret karşılığında onun yardımına başvurmuşlardı. Her ne kadar Rodrick için çalışıyor olsa da, köyde odun kesmekten yük taşımaya kadar herkesin o anki ihtiyaçlarını karşılayacak işleri yapmıştı dolayısıyla sıcak bir sevgi görmese de herkes tarafından sayılıyordu. Köyde Gerard'a gereğinden fazla sıcaklık gösteren sadece 2 kişi vardı. Biri Mira diğeri ise her daim hanın önünde uyuklayan ve artık yemekleri bekleyen -resmi olarak olmasa da- hancının köpeği. Köpek,  Gerard’ı ne zaman görse sanki bu dünyada olma sebebi Gerard’mış gibi O’nun üzerine atlamasının sonucu olarak her zaman sert bir şekilde itilerek kendini yerde buluyordu .Ama o Gerard’a koşmaktan, Gerard ise onu yere fırlatmaktan asla vazgeçmezdi. Rodrick de her zaman kendisine yakın davranmakla birlikte,  onun mahremiyetine saygı duymuş ve aradaki mesafeyi korumayı tercih etmişti.
          

          Artık köyün sınırlarından çıkmışlardı ve ara sıra öten kuşların haricinde etrafları sessizdi.Avlanabilecekleri bir yer bulabilmeleri için biraz daha yol alıp ormanın içlerine doğru girmeleri gerekiyordu.Çok geçmeden Mira sessizliği bozdu.
-Gerard neden bu kadar sessizsin?
-Avlanmaya gittiğimizi sanıyordum, gürültü yaparak hayvanları kaçırmak istemeyiz.
-Bakıyorum da bir anda avcı oluverdin. Herkes senin savaşta krallık için savaşmış bir asker olduğunu söylüyor
, doğru mu bu?
Soru Gerard'ı hazırlıksız
yakalamıştı. Daha önce kimse ona geçmişiyle ilgili bir soru sormamış, o da hiçbir zaman bir gün sorulursa ne söylemesi gerektiğini düşünmemişti. Sessiz kaldı.
-Demek doğruymuş
... Peki nasıldı, yani savaş?
-Zor.
-Krallığın kazanmış olmasına seviniyorum. Babam o zamanlar işgale uğrayıp krallık tarafından kurtarılan bir köyden geçmek zorunda
kalmış ve o zamandan beri dünyadaki hiçbir yaratığın insanoğlu kadar zalim olamayacağını söyler.Eğer tekrar savaş olursa burada bizimle kalırsın değil mi?
-Savaşlar eskide kaldı, krallık hiç olmadığı kadar güçlü artık.
-Savaş buraya kadar gelmediği için şanslıyız.
Onlar tarafından tecavüze uğramayı bir kenara bırak, içlerinden herhangi biriyle yanyana gelmeyi bile düşünemiyorum.
-Merak etme hiçbiriyle yan yana durabilecek kadar yaşamazdın. Seni önce öldürür, sana sonra tecavüz ederlerdi.
Gerard'ın sesinin tonundaki gerginlik Miraya se
ssiz olması gerektiğini hissettirdi.Yolun geri kalanı boyunca ikisi de hiç konuşmadı.

          Güneşin batmasına yakın ormandan çıktıklarında Gerard'ın omzunda bir geyik vardı.Aslında avları kısa sürmüştü ama hayvan
, taşımak için fazla ağır olduğundan gereksiz parçaları onu götürmeden önce ayırmaya karar vermişlerdi. Hayvanın içini boşaltmış ve kendi işlerine yaramayan parçaları leş yiyicilere bırakmışlardı.Mira oldukça yetenekli bir avcıydı.Sahip olduğu o güzel avcı zırhını üzerinde hakkıyla taşıdığını kanıtlamıştı.Gerard ise biraz paslanmış ama avlanmaya hemen ayak uydurabilmişti.Av onu keyiflendirmişti. Alışılmadık bir şekilde kendisini mutlu hissediyordu.Köye doğru yürümeye devam ederken sessizliği bozan bu sefer Gerard oldu.
-Avlanmayı nasıl öğrendin?
Mira şaşırmıştı çünkü Gerard çok nadir kendisine soru sorulmadan konuşurdu.Özellikle ona kendisiyle ilgili bir soru sormuş olması kızı daha çok şaşırtmıştı.
-Eskiden köyümüzde yaşayan bir avcı vardı, kendisi babamın arkadaşı, oğlu ise benim arkadaşımdı.Babam bazen onunla ve oğluyla ava gitmeme izin verirdi.
-
Bazen ava giden, küçük bir kız için oldukça iyi bir avcısın.
-Çabuk öğrenirim.
Gülümseyerek verdiği bu cevabın ardından gözü Gerard'ın taşıdığı kılıca takıldı.Kendisi sadece bir avcı bıçağına sahipti ve o da ancak avını temizlemekte iş görüyordu.
-İstersen öğrenme konusundaki yeteneğimi bana kılıç kullanmayı öğreterek görebilirsin.
-Evet Rodrick de yemek yapmaktaki yeteneğini, kılıç kullandığım elim üzerinde gösterebilir.
Bu cevabın üzerine Mira oldukça keyiflenmişti.
-Bilmesi gerekmez.
-Düşünürüz.
Gerard gerçekten düşünmeye başladı.Bu kızla arkadaş olmaya başlamaları onu hem rahatsız ediyor hem de mutlu ediyordu. Gerard'ın tekrar düşüncelere daldığını gören Mira, yüzündeki gülümsemeyle yol boyunca sessizliğini korudu.

          Kasabaya vardıklarında hava az da olsa kararmıştı.Çevrelerine aldırış etmeden direk hana yöneldiler.Onlar içeri girdiğinde Rodrick masalardaki boşları toparlıyordu. Onları -özellikle de Gerard'ın omuzundaki geyiği- görünce gülümsedi.Handa başkaları da vardı. Handa toplam 15 masa vardı ve altısı şimdiden doluydu. Handa yemek yiyenler genelde köyün dışından gelen yabancılardı. Gerard geyiği bırakmak için mutfağa yöneldiği sırada Mira da gidip babasına sarıldı ve onlar da Gerard’ın ardından mutfağa yürüdüler. Mira
, Rodrick'e av maceralarını anlatırken Gerard da mahzene kendine şarap doldurmaya gitti. Döndüğünde Rodrick,  geyikle uğraşıyordu.
-Gerard
, iyi iş çıkardınız, bu oldukça iyi bir av.
-
Evet, Mira iyi iş çıkardı.Umarım biz yokken bir sorun çıkmamıştır.
-
Her şey yolunda. Siz gittikten bir saat sonra devriyeler buraları kolaçan etmek için  geldiler, karınlarını doyurdular. Onlara buralarda herhangi bir problem olmadığını söyledim. Yemekten sonra biraz şarap içip gittiler. Sanırım önümüzdeki aya kadar buraya tekrar uğramazlar.
Gerard, neredeyse bir yıldır burada kalıyor olmasına rağmen hiçbir zaman devriyelerle karşılaşmadığını farketti.Elbette bu kendisi için iyi bir şeydi.Kaçak değildi ama yine
de...Sanki Rodrick ne zaman köyden bir devriye geçecek olsa şu ya da bu sebepten ötürü onu köyden uzaklaştırıyormuş gibi hissetti.Bunu düşünürken gözleri hala Rodrick'in üzerindeydi.
-Umarım onların bir daha ki gelişine kadar bir sorunla karşılaşmayız, dedi Gerard ve konuyu kapatarak salona geçip boş bir masada şarabını yudumlamaya devam etti.
         
          Akşamın ilerleyen saatlerinde han kalabalıklaşmıştı. Gerard artık zırhını giymenin zamanının geldiğini düşünüp odasına çıktı ve döndüğünde handa yeni müşterilerin olduğunu gördü. Savaşçı oldukları her halinden belli olan bu 4 adam gürültü bir şekilde siparişlerini beklerken, Gerard da kuytudaki bir masada oturup onları izleme başladı.Oldukça pis görünüyorlardı. Masadaki adamlardan biri Gerard’a arkası dönük oturuyordu. Hepsinin kılıçları yanlarından sarkarken, arkası dönük adam, kılıcı kınıyla beraber kemerinden sökmüş ve kucağına yerleştirmişti.Gerard adamın kendisini pek güvende hissetmediğini düşündü. Adam arkadaşlarına el hareketleri eşliğinde bir şeyler anlatırken adamın sağ elinin olmadığını da farketti. Adamları dikkatle incelerken görüş alanına Mira girdi. Elindeki tepsiden adamların masasına bira servisi yapıyordu ve adamlardan biri elini Mira'nın kalçasına doğru uzattığında kız bir anda çekilip adama bir şeyler söyledi. Gerard, duymadığı halde, Mira’yı taciz etmeye çalışan adamın yüzündeki ifadeden ve masadaki diğer adamların attığı kahkahalardan, söylenenleri az çok tahmin edebilmişti.Adamlar o kadar gürültülü bir şekilde kahkaha atıyorlardı ki handaki hemen hemen herkes dönüp o tarafa baktı ve sonra bazıları da durumu anlayıp gülmeye başladı. Gerard gülmüyordu.Gözleri kısılmış ve vücudu kaskatı kesilmiş bir halde onları izlemeye devam etti. Ardından arkası dönük olan adam Mira’ya asılan adam hakkında yüksek sesle bir şaka yaptı. Gerard bu sefer net olarak işitmişti.Diğerleri kahkahalar atarken ilgisi hala o masada olan birkaç müşteri de o kahkahalara eşlik ediyordu. Gerard ensesindeki tüylerin kabardığını hissetti. Bu sesi tanıyordu. Tıpkı sesin sahibinin de onu tanıdığı gibi. İçinde bir anda büyük bir öfke yükselmişti. Şu an gözlerinin önünde ona asırlar öncesinde yaşanmış gibi gelen bir gecenin izleri vardı.

          Mira
, haddini aşan bir masadan daha zaferle ayrılmış olmanın keyfiyle masalardaki boşları toplayıp yeni siparişler alırken, gözü hanın en uç köşesinde oturan Gerard’a takıldı. Gerard kılıcının kabzasını sıkıca kavramış, hafif öne doğru eğilmiş ve gözlerini hiç ayırmadan biraz önce sarkıntılık eden guruba  doğru bakıyordu.Eğer Mira onu tanımasaydı adamları kıskanmış olduğunu düşünebilirdi ama Gerard'ın bakışlarından bunun çok daha fazlası olduğunu hissetti. Gidip onunla konuşmak istedi ama biraz yaklaştıktan sonra vazgeçti. Onu ilk tanıdığı zamanlarda ondan çekinmişti ama ilk defa şimdi olduğu gibi ondan korktuğunu farketti. Hemen mutfağa geçip siparişleri hazırlamakla uğraşan babasının yanına gitti.
-Baba
Gerard’da bir tuhaflık var?
-Bu zamana kadar bunun zaten farkındaydık değil mi?
-Evet haklısın ama söylemek istediğim şu an her zaman olduğundan daha tuhaf, belki de yanına gidip bir baksan iyi olur.
-Hayatım çok işim var neden bunu
sen yapmıyorsun? Artık gayet iyi anlaşabildiğinizi düşünüyordum.
Mira bir süre sessiz kaldıktan sonra cevap verdi.
-Ben de öyle düşünüyorum ama bence şu an senin konuşman daha iyi olur.
Rodrick başını uğraşmakta olduğu işten kaldırdı ve
kızına baktı. Bir kaç saniye sonra, “Tamam ben ilgilenirim”, dedi ve mutfaktan çıktı. Rodrick bardan bir şişe şarap aldı ve Gerard’a doğru yürümeye başladı. Yüzünü görecek kadar yakına geldiğinde karşılaştığı sadece ifadesiz bir surattı. Gerard  ona bakmadı ama Rodrick, onun etrafında olup biten her şeyin farkında olduğunu biliyordu.”Evlat, sana biraz şarap getirdim”, dedi. Gerard başını yavaşça Rodrick’e çevirdi ve bir kaç saniye sonra ayağa kalktı. “Bu gece daha fazla içmeyeceğim. Bana ihtayacın olursa dışardayım.” Ardından hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Rodrick bir süre arkasından baktıktan sonra salona göz gezdirdi. O bir hancıydı ve müşterilerinin memnun olduğundan emin olmak zorundaydı, masaları tek tek gezip müşterileriyle konuşmaya başladı. Genel olarak tüccarları ağırlamaya alışkın olan bu hanın kapısı elbette ki her türlü müşteriye açıktı. Ara sıra hana dilini dahi bilmediği müşterilerin geldiği de olurdu. Ama şu an önünde durup bakmakta olduğu masa böyle bir masa değildi. Bu adamların dillerini bildiğine emindi ama onlara yaklaştığında, adamlar ona çok tanıdık gelen ama farklı bir dilde konuşuyorlardı. Seslerinin tınısında Rodrick’i rahatsız eden bir şey vardı ama bunun adını bir türlü koyamamıştı. Adamlar oldukça sessiz konuşmaya özen gösteriyorlard. Bir süre sonra aralarındaki mesafenin yakınlığından rahatsız olduklarını belli eden bakışlarla gözlerini Rodrick’e diktiler. Rodrick bir anlık tedirginliğin ardından  “Özür dilerim beyim, masanızda bir eksiklik olup olmadığını kontrol etmek istedim”, dedi. Masadakilerden biri, “ Olursa söyleriz hancı, sen kendi işlerinle ilgilen.”, dedi. Rodrick de başıyla hafif bir selam verip mutfağa döndü. Adamların konuştukları dil aklını oldukça bulandırmış ve Gerard’ın rahatsızlığının da bundan kaynaklandığını düşünmüştü. Mira’nın sesi düşüncelerini böldü.
-Problem neymiş?
Rodrick  sadece “ Biraz hava almaya ihtiyacı varmış, şimdi dışarı çıktı birazdan kendine gelir.”  diyerek konuyu geçiştirdi. Mira da omuzlarını silkti ve salona döndü.                           
          
          Rodrick salonda yapılması gereken işleri kızına bırakarak mutfaktaki işine devam etti. Aradan biraz zaman geçmişti ki salondan gelen bir çığlık sesiyle Rodrick  korkuyla yerinden fırladı. Salona çıktığında  Mira, o adamların masasının önünde dudağı patlamış ve yüzü kanlar içinde yerde uzanıyordu. Handaki tüm müşteriler şimdi oraya bakıyordu ve bazı tüccarların korumaları, elleri kılıçlarının kabzalarında tetikte bekliyorlardı. Rodrick kızına doğru koşmaya başladığı sırada masadaki adamlardan biri, “Seni küçük fahişe, bir daha benimle bu şekilde konuşmaman için dilini keseceğim!” diye bağırarak kızın karnına bir tekme attı. Mira, yattığı yerde acıyla sarsılırken darbenin etkisi ciğerlerindeki tüm havanın boşalmasına sebep olmuş bu yüzden çığlık bile atamamıştı. Rodrick şahit olduğu manzara karşısında dehşet, endişe ve öfke karışımı bir duyguyla kızını tekmeleyen adamın üstüne atıldı. Handaki korumaların bazıları da her handa yaşanabilecek küçük bir ağız dalaşının gereğinden fazla büyüdüğüne karar verip, olay çıkaran masaya doğru hareketlenmişlerdi. Mirayı tekmeleyen adamın hemen sağında duran arkadaşı Rodrick’in geldiğini farkedip, hancı daha kızına yaklaşamadan ona doğru bir adım atıp, dirseğiyle yüzüne vurdu ve sert bir şekilde sırt üstü yere düşmesine sebep oldu. Hancının darbeyi aldığı  esnada çıkan sesten  burnunun kırıldığı anlaşılıyordu. Hancı beklemediği bir anda aldığı bu sert darbeyle serseme dönmüş, yarı baygın şekilde yerde yatıyordu. Handaki diğer adamlardan itiraz ve öfke sesleri yükselirken, dört adamdan biri hala yerde yatan Mira’yı tekmelemeye devam ediyor, diğer üçü şimdi kılıçlarını çekmiş, handa kendilerine karşı koymak için hareketlenen korumalara doğru ilerlemişlerdi. Adamların kararlılığını gören- ve bir anda akıllarına bunun için para almadıkları gelen- korumalar, bu işe karışırlarsa kan döküleceğini anlayıp kendi işverenlerini koruma pozisyonuna geri döndüler. Mira’ yı tekmeleyen adam şimdi kızı saçından tutmuş “ Artık bu fahişenin eğitimini ben üstleniyorum hancı, bu kız için daha fazla endişelenmene gerek yok.” diye bağırarak kızı kapıya doğru sürüklemeye başladı. Mira direnmeye çalıştı. Tırnaklarıyla adamın bileklerini çizmeye çalışıyor ama adamın giydiği zırhtan dolayı bir türlü başaramıyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı ama bu seferde yediği sert bir tokat tekrar yere düşmesine sebep oldu. ”Bak kızım eğer uslu durursan biz de sana iyi davranırız o yüzden kes çırpınmayı.”, dedi yanında duran adam. Şimdi, dördü birden kızı sürükleyerek handan çıkartıyorlardı ve  biri atları getirmek için hızlıca hanın arkasındaki ahıra koştu. Mira, direnmeyi bırakmış, yaşadığı anın şiddeti ve korkusuyla ağlamaya başlamıştı. Mira’yı tutan adam arkasından gelen bir hırıltı ile birden kızı bıraktı. Hanın köpeği yattığı yerden kalkmış ve yıllardır kendisini beslemekte olan insanın tehlikede olduğunu sezerek sadakatini gösterme zamanının geldiğine karar vermişti. Hayvan olanca gücüyle adamın üzerine atladı ve çarpmanın etkisiyle yere düşen adamın boğazına saldırmaya başladı. Adamlardan biri, birdenbire arkadaşına saldıran köpeği görünce anlık bir tereddüt yaşadı ama bu tereddüt kısa sürdü. Bir an sonra sol eliyle kullanmak zorunda kaldığı kılıcını kaldırıp, özensiz bir şekilde, arkadaşının üstüne çıkıp onu parçalamaya çalışan köpeğe savurdu. Darbe, hayvanın sırtına indiğinde hayvan acı  içinde  uludu. Köpek, sırtı yarılmış ve sarı tüyleri kana bulanırken dönüp yeni rakibine baktı. Tam onunla yüzleşmek için ileri atılacaktı ki derinden gelen keskin ama kısa süreli bir acının ardından karanlığa gömüldü. Vefa borcunu ödemişti, artık bu dünyanın problemleri onu ilgilendirmiyordu. Köpeğin altında yatan adam şimdi hançerini hayvanın kalbinden çıkarmış ölü hayvanı kenara iterek ayağa kalkıyordu. Ayağa kalktığında üstü başı kan olmuş, sarfettiği çabadan ötürü ter içinde kalmıştı. Dönüp etrafına bakındığında kızın emekleyerek hanın içine kaçmaya çalıştığını gördü.” Hadi ama bu kadar nazlanmak yeter, emin ol arkadaşlığımı seveceksin.” diyerek kızın peşinden gitti ve saçından tutarak dik durmasını sağladı. “Eğer sürekli böyle kaçmaya çalışırsan senden bıkarım, işte o zaman gerçekten kaçman gerekir çünkü senden bıkarsam boğazını keserim, yeterince açık mı?” derken hançerini kızın boğazına dayamıştı. Mira çaresizce başını sallayıp anladığını belirtti.” dİyi o zaman şimdi buradan gidelim.” , dedi adam ve  kızı tekrar hanın önündeki yola doğru sürüklemeye başladı. Dördüncü adam hala atları getirmemişti. “ Eğer aptal Rise almak için kendi atlarımızı arıyorsa onun boynunu kıracağım. Kontrol etmeye gidiyorum yeterince oyalandık” diye yakındı tek eli olan adam ve ardından ahıra yöneldi.  Hanın müşterilerinin yığıldığı kapıda yaşanan bir anlık kargaşanın ardından Rodrick elinde bir kılıçla dışarıya çıktı. “ Bırakın kızımı defolun hanımdan.” ,diye haykırdı yaşlı hancı. Mira’nın başında bekleyen iki adam birbirlerine bakıp güldüler. Mira’yı kaçırmaya çalışan adam ,“ Demek senin kızın, eh artık benim kızım olduğuna göre seni öldürsem iyi olur onu ikimiz arasında seçim yapmaya zorlamayalım değil mi?”, dedi ve hançerini yerine sokup kılıcını çekti. “Umarım elindekini kullanmayı biliyorsundur hancı, bu gün ikinci bir köpekle boğuşmak istemiyorum.” , dedikten sonra saldırmaya hazırlandı.
          

          “Merak etme bir daha kimseyle boğuşmak zorunda kalmayacaksın.” Ona açıkça meydan okuyan bu ses adamın irkilmesine sebep oldu. Arkasına dönüp baktığında karşısında genç bir adam gördü. Göğsünü kapayan siyaha yakın gri tonlarında metal zırhı, bir takımdan kalan son parça gibi duruyordu. Vücudunun geri kalanı sert deriden zırhlarla kaplıydı. Belinde bir uzun kılıç taşıyordu ve miğferi yoktu. Yer yer grileşmiş siyah saçları  genç yüzüyle tezat oluşturuyordu. Daha kılıcını çekmemişti ama meydan okumasının gerçek olduğu belliydi. Bu adamın duruşu bir yerlerden tanıdık geliyordu. Sesinde hiç tereddüt yoktu, sakin ve kendiden emin bir duruşu vardı.. Bu genç adamın kan dökülmesine razı olduğu belliydi. ”Seninle oynamak isterdim yabancı ama bunun için vaktim yok. Rolf öldür onu” dedi yanındaki arkadaşına. Amacı diğer arkadaşları gelene kadar bu adamı oyalamaktı.
Rolf elinde kılıcıyla ileri atıldığında Gerard da kılıcını çekmişti. İlk darbeyi karşılamasının ardından ileriye atılarak önce yukardan aşağıya doğru inen bir hamle yaptı ama bir anda kılıcını havada durdurup yukardan darbe bekleyen adamın sol diz kapağının üstüne sağ ayağıyla vurdu. Böyle bir saldırıya hazırlıksız yakalanan Rolf, sol dizinden gelen çatırtıyla birlikte kendini yerde buldu. Gerard, dizi vücudunun ağırlığını taşıyamayacak kadar zedelenen adamı omuzuyla vurduğu sert bir darbeyle yere indirmişti. Rolf bir süre ayağa kalkamayacaktı, Gerard diğer rakibine döndü.
          
          Mira sürünerek babasına doğru gitmeye çalışıyordu. Bütün bu kargaşa içinde Gerard’ın varlığını tamamen unutmuştu. Şimdi ise Gerard ortaya çıkmış ve içini bu durumdan kurtulacaklarına dair umutla doldurmuştu. Gerard bir askerdi ve başlarına bir şey gelmesine izin vermezdi.
           
          Gerard şimdi Mira'nın başında dikilmiş olan adama odaklanmıştı. Yavaş ve emin adımlarla ona doğru ilerlerken, hanın arkasından bir atlı fırlayıp üstüne doğru gelmeye başladı. Gerard dört kişi olduklarını biliyordu, yakınlarda bir yerlerde bir kişi daha olmalıydı. Gerard, atlı kendisine yaklaşırken, adamın kılıcının sol elinde olduğunu farketti. İstediği vuruşu yapamacak diye geçirdi aklından ve göz ucuyla diğer adama baktı. Diğer adam şimdi Gerard’ı hedef almaktan vazgeçmiş ve Rodrick'e yönelmişti. Mira kendisini döven adamın şimdi babasına saldırdığını görünce korkuyla Gerard’a seslendi. Atlı  yaklaşmıştı. Tek vuruş hakkı olduğunu Gerard da kendisi de çok iyi biliyordu. Eğer atlıyı öldürmezse adam kaçacaktı ve Gerard buna izin veremezdi. Diğer taraftan Rodrick bir kaç saniye içinde ölmüş olacaktı çünkü karşısındaki adama karşı hiç şansı yoktu. Gerard seçimini yaptı.
          Gerard atlının nasıl bir hamleyle saldıracağını çok iyi biliyordu. Bu adam dövüşte asla ona denk olamazdı. Eğer öyle olsa sağ kolu hala yerinde olurdu. Atlı, Gerard'ı görebilecek kadar yakınına geldiğinde, yüzünde, önce sanki bizzat ölüm tanrısının kendisi canını almaya gelmiş gibi bir şaşkınlık, sonrasında ise aynı şiddette bir korku belirdi. Sonunda kılıcını kendi ölümüne doğru sallamaya karar verdiğinde artık çok geçti. Korku, şaşkınlık ve acıyla artık kullanabileceği herhangi bir kolunun olmadığını farketti. Gerard'ın yaklaşık on metre ilerisinde atından düştü. Gerard adamın kendisini son anda tanıdığını farketmiş ve adamın yaşadığı şaşkınlıktan faydalanarak hamlesini değiştirmiş, sadece yukarıdan aşağıya doğru yaptığı kolay bir vuruşla yıllar öncesinde sağ kolunu kestiği bu adamın sol kolunu da kesmişti. Vakit kaybetmeden diğer tarafa döndü. Rodrick'in öldüğünü anlaması için sadece bakması yeterli olmuştu.Yaşlı hancının boğazındaki derin yarıktan oluk oluk akan kan toprağı ıslatırken, katili şimdi Mira’ya dönmüş, kılıcını kaldırmış ilk ve son darbeyi vurmak üzereydi. Gerard düşünmeden elindeki kılıcı adama fırlattı ve hemen ardından adama doğru koşmaya başladı. Kılıç çarpınca adamın dengesi bozulmuş ve Mirayı öldürecek olan kılıç darbesini yavaşlatmıştı. Aldığı darbeyle afallayan ve dengesi bozulan adam arkasına hiç bakmadan dönerek kılıcını savurdu. Gerard kendisini tam zamanında yere atmıştı yoksa şu an başı omuzlarının üstünde olmayacaktı. Kıl payı kurtulduğu bu darbenin ardından, hem ikinci bir darbe ihtimaline karşı hem de Rodrick'in yere düşürdüğü kılıcını almak için ona doğru yuvarlandı. Tam beklediği gibi bir an önce durmakta olduğu yere çarpan kılıcı görmekten çok hissetti. Kılıcı yerden aldı ve kendini bir kez daha ileriye doğru atarken arkasından aldığı sert darbeyle yüz üstü yere düştü. Bu sefer kaçmaya çalışmak yerine kılıcı göğsünün biraz üstünde sol elini de keskin olmayan tarafına koyarak destekleyecek şekilde sırt üstü döndü ve döner dönmez kılıcın üstünde patlayan darbe dirseklerini yere çarparak kollarının uyuşmasına sebep oldu. Bu Gerardı'ın beklediği zamandı. Kollarındaki ağrıyı görmezden gelerek yattığı yerden adama bir tekme savurdu. Adam darbeyi aldı ancak Gerard istediği etkiyi yaratamadığını farketti. Adamın tekrar havaya kaldırdığı kılıca bakarak kollarının -ve tabi kılıcın- bu darbeyi karşılamasını ümit etti. Rakibi darbeyi indiremedi, şaşkınlık içinde göğsünden dışarı çıkmış olan kılıca bakıyordu. Birkaç saniye sonra  dizleri boşaldı ve yüz üstü yere düştü. Mira kalan enerjisini Gerard'ın fırlattığı kılıcı alıp babasının intikamını almakta kullanmıştı. Adam düştükten bir an sonra Mira da dizleri çözülerek yere devrildi. Gerard ayağa kalkarken duyduğu at seslerinden dördüncü adamın kaçtığını anlamıştı. Ayağa kalkıp etrafına baktı ve Rolf'un yerden kalkmış ve sendeleyerek kaçmaya çalıştığını gördü. Onu umursamadı. Kılıcını ölen adamın cesedinden çıkarıp atlının düştüğü yere yöneldi. Yanına vardığında adam oldukça kan kaybetmiş olmasına rağmen hala yaşıyordu.Adam Gerard'ı görünce bu sefer yüzünde korku değil mutluluk vardı ve konuşmaya başladığında sesini duymakta zorlanan Gerard yanına diz çökmek zorunda kaldı.
-Hala yaşadığına inanamıyorum, bize öldüğün söylendi.
-Artık bunun doğru olmadığını biliyorsun.
-Demek son karşılaşmamızdan bu yana sırf sen beni öldür diye yaşamışım. Tanrıları gerçekten kızdırmış olmalıyım.
-Tanrıların bizimle bir ilgisi yok, bu bizim yolumuz.
-O yüzden mi burada aptal bir hancıyla onun eninde sonunda fahişe olacak kızı için dövüşüyorsun. Senden geriye kalan bu sığınmacı fedai mi?
-Ben neysem oyum, bildiğim şey şu anda ölmekte olan bir adam olmadığım.
-O halde bitir artık kumandan, beni bekleyen ödüller için sabırsızlanmaya başladım.
Gerard tereddüt etmedi. Kılıcını adamın kalbine sapladığında sadece"Bizi bekleyen tek armağan koca bir hiç." diye geçirdi içinden ve ardından kaçmaya çalışan Rolf'a yöneldi. Tüccarlar handan çıkmış korumalarıyla birlikte köyden ayrılırken, hanın önünde toplanmış olan köy ahalisi Gerard'ı izlemeye başlamıştı. Rolf peşinden gelen adamı gördüğünde daha hızlı kaçmaya çalıştı ama ayağı buna izin vermiyordu. Gerard yaralı adama yetiştiğinde adamın gözlerinden geçen sessiz yalvarmayı gördü. Kılıcını savurduğunda aynı gözler 
şimdi vücudundan neredeyse iki metre uzakta ifadeden yoksun bir şekilde gökyüzüne bakıyordu.